''When you have to shoot, shoot. Don't talk.'' - Tuco

31.12.10

Yeni Ylınız Kutlu Olsun! - 2011

Grinch

Çok sevgili blogumun ilk yeni yılı. Şu ana kadar takip eden, destek veren herkese teşekkürler. Hepinizin yeni yılını en içten dileklerimle kutluyorum. Umarım bol filmli - tabi ki kaliteli olması şartıyla - bir yıl geçiririz. Sevdiklerimizle birlikte olur, sevdiklerimize kavuşuruz. 2011 güzel geçsin, haydi bakalım...

Hazır yeni yıl gelmişken Empire dergisinin yapmış olduğunu en iyi yeni yıl veya noel temalı film anketinin sonuçlarını paylaşayım. Mutlu yıllar...


1- Die Hard (1988)
2- Elf (2003)     
3- It's a Wonderful Life (1946)
4- Home Alone (1990)
5- Scrooged (1988)
6- National Lampoon's Christmas Vacation 
7- Bad Santa (2003)
8- The Nightmare Before Christmas (1993)
 9- Love Actually (2003)
10- The Muppet Christmas Carol (1992)
11- A Christmas Story (1983)
12- Gremlins (1984)
13- Jingle All The Way (1996)
14- How the Grinch Stole Christmas (2000
15- Miracle on 34th Street (1947-1994)
16- Batman Returns (1992)
17- The Santa Clause (1994)
18- The Polar Express (2004)
19- Home Alone 2 (1992)
20- Trading Places (1983)                                   
21- White Christmas (1954)
22- Kiss Kiss Bang Bang (2005)
23- Mickey's Christmas Carol (1983)
24- Leathal Weapon (1987)
25- Edward Scissorhands (1990)
26- The Snowman (1982)
27- Meet Me in St. Louis (1944)
28- Brazil (1985)
29- Rare Exports: A Christmas Tale (2010)
30- A Charlie Brown Christmas (1965)

Bu arada resimdeki küçük kız şu an Gossip Girl dizisinde oynayan Taylor Momsen. Bu da bir not olsun...

26.12.10

The Boondock Saints - Şehrin Azizleri



Çok uzun bir aradan sonra yeni bir yazıyla karşınızdayım. 22 gün olmuş. Bayağı da olmuş vallahi. Olsun, bu süre zarfında güzel filmler izleme fırsatım oldu ve bunlardan bir tanesini sizlerle paylaşmak istedim. Bugünkü yazımın filmi Türkiye'de Şehrin Azizleri ismiyle giren Boondock Saints.

Amerika'nın Boston şehrinde yaşayan iki dindar İrlandalı Connor ve Murphy MacManus  kardeşler kendilerince bir hayat sürdürmektedirler. Vasıfsız işçiler olarak çalışıp akşamda bir Irish Pub'da çakırkeyf olmaktadırlar. İşte tamda bu anlardan birinde filmimiz olaya girer.

Bara gelen Rus Mafyası üyeleriyle aralarında bir tartışma çıkar ve bu sapasağlam kardeşler hadlerini bildirir. Fakat ertesi sabah Ruslar kardeşleri öldürmek üzere geri döner. Kardeşler bu durumdan da olağanüstü çabalarla kurtulurlar ve bu olay duyulduğunda kahraman ilan edilirler. Daha doğrusu Aziz ilan edilirler. Filmimizn ismi de hem dindar hemde kahraman olmalarından dolayı Şehrin Azizleri.


Bu olayların sonucunda polis ve FBI (Federal Bureau of Investigation) kardeşlerin peşine düşer. İşte burada karşımıza zeki, komik ve homoseksüel dedektif Paul Smecker (William Dafoe) çıkar ki filmin götüren çok önemli etkenlerden biridir.

Fakat filmdeki hırsız polis olayı diğer filmlere göre oldukça farklı. Bunu zaten izleyince çok rahat anlayacaksınız.

William Dafoe

Bu olaylardan sonra kardeşler neden dünyayı pisliklerde temizlemiyoruz diyerek Boston şehrini mafyadan ve bunun gibi her türlü pislikten temizlemeye karar verirler. Bu işlerde yanlarına yakın dostları Rocco'yu (David Della Rocco) alırlar. İlginçtir ki oyuncunun gerçek ismiyle filmdeki ismi aynı.

Krdeşlerin filmdeki ana hedefi Rocco'nun başta bağlı olduğu ancak bir temizlik işi sırasında Rocco'yu elden çıkarmak istedikleri anlaşılınca hedef haline gelen İtlyan Mafyası Yakavetta Ailesi. Zaten filmin büyük bir kısmı bu aile üzerinde dönüyor.


Kardeşlerin ve Rocco'nun mafyanın peşine düştüğünü anlayan Yakavetta Ailesi, eski yıllarda birini ortadan kaldırmak için kullandıkları Il Duce (Dük) ü çağırıyorlar. Ne tesadüf ki tam bu zamanlarda Dük 25 yıldır hapiste olduğu Hoag cezaevinden şartlı tahliye ile çıkıyor.

İşte üstteki resimde gördüğünüz sahenede Dük ile ilk karşılaştıkları sahne. Burada size Dük'ün resmini göstermeyerek bir gizem yaratmaya çalışıyorum ama Billy Connolly oynuyor dersem anlarsınız herhalde.

Ancak Dük ile oldukça ilginç bir tesadüf yaşıyorlar fakat bundan sonrasını anlatmayacağım. Zaten her yazıda filmler hakkında oldukça fazla spoiler veriyorum. Azaltmaya karar verdim.

Sözün özü film izlenmeye değer hatta şiddetle izlenmeli. Çok sağlam. Özellikler çekimler, yaratılan karakterler ve müzikler çok iyi. Büyük ama boş filmlerdense küçük ama dolu filmleri izleyin gözünüz gönlünüz açılsın.

Tabi yönetmen Troy Duffy'nin de hakkını vermeden bitirmeyeyim. Helal olsun.

            

Kardeşlerin finaldeki repliklerini yazarak yazımı bitirmek istiyorum:

"Now you will receive us...!
We do not ask for your poor or your hungry. We do not want your tired and sick. It is your Corrupt we claim...!

It is your evil that will be saught by us. With every breath we shall hunt them down. Each day we will spill their blood till it rains down from the skies...!

Do not Kill...
Do not Rape...
Do not Steal...

These are principles, which every man of every faith can embrace. These are not polite suggestions, these are codes of behavior and those of you that ignore them will pay the dearest cost...!

There are varying degrees of evil. We urge you lesser forms of filth, not to push the bounds and cross over into true corruption, into our domain...!

But if you do you, one day you will look behind you and you will see we three, and on that day, you will reap it. And we will send you to whatever God you wish...!

'...and shepherds we shall be, for thee my Lord for thee, power hath descended forthfrom thy hand, that our feet may swiftly carry out thy command. We shall flow a river forth to thee, and teeming with souls shall it ever be...'
In nomine Patris, et Filii, et Spiritus Sancti..."


İyi seyirler...

4.12.10

The Road - Yol



Başka bir blogda gördüğüm kıyamet filmleri ile ilgili bir yazıda rastladım The Road'a. Aslında 2009 yılında vizyona girdiğinde çoğu filmde olduğu gibi bununda fragmanını internet üzerinden izlemiştim. Aklımı bir köşesine de not etmiştim ''bir ara izleyeyim'' diye. Sonunda izleme fırsatı buldum ve hayran kaldım...

Filmimizin başrolünde Viggo Mortensen ve Kodi Smith Pcphee var. Charlize Theron'u da aralarda izleme fırsatı buluyoruz. Bu arada Kodi Smith 14 yaşında ve oldukça iyi bir performans sergilemiş.Zaten filmde en fazla 15-20 kişinin repliği vardır.

Filme gelecekte geçen kıyamet filmi (post apokaliptik) düşüncesiyle başladım ancak filmin ilk 10 dakikasından sonra hikayenin aslında baba ve oğulun dayanışma ve yaşam mücadelesi üzerine olduğunu anladım.


Bilinmeyen bir nedenden dolayı bir gece dünyada yangınlar çıkmaya başlıyor. Önce bitkiler daha sonra hayvanlar bir bir ölüyor. Ağaçlar kuruyor. Depremler oluyor. İşte böyle bir dünyanın henüz ilk yıllarında bir anne hamile olduğu çocuğunu dünyaya getiriyor. Aradan geçen sürede çocuk büyüyor ve dünya daha da dayanılmaz bir hal alıyor. İnsanlar yavaş yavaş intihar ediyor. Annede bir gece karanlığa karışıp gidiyor.

İşte tüm bu olaylardan sonra baba ve oğul birlikte yollara düşüyor. Dünyanın ipi kopmuş vaziyette. bu dünyada insanlar ya iyi ya kötü. Ancak filmde verilen en önemli mesajlardan biri; ikisinin de elbet öleceği. Yamyamlar, hırsızlar, avcılar kol geziyor. Böyle bir dünyada baba ve oğul çok büyük bir hayatta kalma mücadelesi veriyor.


Film oldukça boğuk bir atmosferde geçiyor. Zaten dünya boğuk. Ölmüş bitmiş. Her şey siyah ve beyazın tonlarında. Fakat bu durum filme çok önemli bir gerçekçilik ve derinlik kazandırmış. Her şey çok sağlam işlenmiş. Bu dünyada bir öncekinin değerleri yok. Zaten bunu yolda yürürken paralar ve incilerin üzerine basarak geçmelerinden anlıyoruz. - ki benim için en etkileyici sahnelerden biriydi - Her şey yemek uğruna. Bu arada sığınağı buldukları sahnede sizinde karakterler kadar sevineceğinizi tahmin ediyorum. Böyle bir hayatta açlıktan ölmek üzereyken akşam yemeğinden sonra Jack Daniels içmek büyük bir keyif olsa gerek. 

Charlize Theron

Bu arada ''neden hep baba oğul diyorsun bunların isimleri yok mu?'' diyen olursa diye söylüyorum ''evet yok'' filmde isimlerinden hiç bahsedilmiyor. Bu durum belki de böyle bir dünyada insanların isimlere ihtiyacı olmadığı mesajını veriyordur. Filmdeki tek ismi olan karakter yolda karşılaştıkları Rober Duvall'ın canlandırdığı yaşlı adam. Bu karakterle aralarında geçen diyaloglar filmde çok önemli. Aman diyeyim kaçırmayın. İşin ilginç yanı bu yaşlı adamın isminin Eli olması. Film kitaptan uarlama olmasa ve 2009 da çıkmasa direk Denzel Washington'ın oynadığı The Book of Eli filmine gönderme yapıldığını öne süreceğim çünkü buradaki Eli da zar zor görüyor. - The Book of Eli filmiyle ilgili bir yazı yazacağım. Meraklanmayın.-

Babanın devamlı bir takip edildiği hissi var. Belli yerlerde bunu belitiyor ancak bir sahnede bu durumun aslında çoğu insan üzerinde olduğunu gösteriyor. Aslında herkes birbirini takip ediyor. Çünkü hepsi yolda.


Film hakkında oturup sayfa sayfa yazı yazılır. Çok önemli sahneleri var. Fakat bununla birlikte kendini tekrarlayan da bir o kadar sahne var. Gerçi mantıklı düşününce ''böyle bir dünyada ne bekliyorsun ki?'' diyorsunuz.



Size tavsiyem, oturup izleyin, sıkılmamamaya çalışın, dikkat edin, karakterleri iyi inceleyin ve film bittikten sonra kafanızdan her şeyi bir daha geçirin. Bir de vereceğim linkten hoşunuza giden yerleri okuyabilirsiniz.

Not: Bakalım filmin sonundaki uzun saçlı karakteri tanıyabilecek misiniz?

The Road Senaryo Tıkla!



Sizden ricam filmi izlemeden önce bu videoyu izlemeniz. Dikkatlice izleyin ve ardından filme geçin. Sonra kendinize gelin...


Wake Up, Freak Out - then Get a Grip (Türkçe) from de scape on Vimeo.

İyi seyirler...

26.11.10

Some Like It Hot - Bazıları Sıcak Sever


Ağır toplarıyla sinema dünyasının kült komedi filmleri arasında gösterilen Some Like It Hot'ı cans sıkıntısı üzerine izlemeye başladım ve oldukça güzel zaman geçirdim. Zaman kıtlığından dolayı 2 parça halinde izleyebildim ancak filmden pek bir şey kaybettiğimi sanmıyorum.

Filmimiz 1959 yapımı, siyah-beyaz bir komedi filmi. Marilyn Monroe, Tony Curtis ve Jack Lemmon gibi önemli isimleri barındırıyor.Tony Curtis'i bu sene kaybettiğimizi belirteyim.

Karakterlerimiz Joe(Tony Curtis) ve Jerry(Jack Lemmon) ekonomik durumlar pekde iç açıcı olmayan iki müzisyendir. Bir gün çalıştıkları mekanın mafya bağlantıları nedeniyle polisler tarafından basılması sırasında kaçarlar ve sonuç olarak işsiz kalırlar.


Ardından başlarlar iş aramaya. Bu arayış sırasında bir üniversitenin balosunda iş bulurlar ancak hava nedeniyle arabayla gitmeleri gerekir ve bir arkadaşlarının arabsanı ödünç almaya giderler ve her şey burada başlar. Gittikleri garajda bir mafya çatışmasına tanık olurlar ve mafya tarafından farkedilirler. Ancak karambol sonucu kaçmayı başarırlar. Bundan sonra farkedilmeden kaçmak için kılık değiştirerek bir Bayan Orkestrasına katılırlar ve kaçış başlar. Sugar(Marilyn Monroe) ile tanışmaları da bu durum sırasında oluyor. 


Filmin devamında aşk, komedi, aksiyon bir arada işleniyor. Oldukça yaratıcı ve komik sahneler mevcut. Zaten kadın kılığına giren erkek konularını ilk işleyen filmlerden biri. Birde seksapelitesini kullanan Marily Monroe varsa film kendini seyrettiriyor.


       

Öğrendiğime göre Some Like It Hot ismi bir tekerlemeden geliyormuş. Bu adresten adrese ulaşabilirsiniz.Tıkla! Ayrıca filmin birde Türk versiyonu bulunmaktaymış. Tabi ne derecede olmuştur bilemeyiz.
Film Amerikan tarihinin en iyi komedi filmi özelliğini taşımaktadır. Zaten sırf bundan filmin önemini anlayabiliriz.  Uzun lafın kısası, izlerken sıkılmayacaınız aksine oldukça eğleneceğiniz güzel bir komedi filmi. Repliklerdeki bazı yerler hakikaten de çok güzel yazılmış. Ben Shell sahnesinde ''hadi be!'' dedim yani. İzlemeyenler tavsiye ederim. Beğeneceğinize eminim. 


Bu arada filmin siyah beyaz çekilmesinin nedeni oyunculara yapılan bayan makyajlarıymış ve filmin bazı sahnelerinde Marilyn Monroe replikleri unuttuğu için belirli yerlere repliklerin yazdığı tahtalar koymuşlar. Ne derece doğrudur bilemem. 


İyi seyirler...

19.11.10

Good Bye Lenin! - Elveda Lenin!


+ ''Abi bunun orijinal ismi nedir ki?''
- ''Auf wiedersehen olabilir mi?''
+''ehe ehe odur herhalde.''
- ''Abi baktım internetten Good Byemış.''

Şeklinde bir muhabbetle başladık filmi izlemeye. Daha filmi izlemeden nelere takılıyoruz işte.

Avrupa filmi, Lenin ve ''bak bu filmin puanı yüksekmiş.'' izlememize en çok etkiyi yapan elemanlar oldu. Film gerçekten çok başarılı.

Gelelim karakterlere; yıl 1989. Alex Kerner(Daniel Brühl) Doğu Almanya'da (DDR) babası dışında ailesiyle birlikte yaşayan bir genç. Uzaya oldukça meraklı. Sonuçta uzaya ilk giden Alman'ın çocuk jenerasyonundan. Annesi ise babasının aileyi terkedişinden sonra depresyona giren ardından kendine gelip çocuklarına, ülkesine ve sosyalizme kendini adayan bir anne. Anne rolünde Katrin Sass'ı izliyoruz. Karakterlerimizi canlandıran oyuncular çok başarılı. Bu arada ''ya ben bu Daniel Brühl'ü nereden tanıyorum?'' diyen varsa yazımın sonunda söyleyeceğim.


Alex, Kızkardeşi ve Annesi Doğu ile Batının duvarla ayrıldığı bir Almanya'da yaşıyor. Bir gün Alex'in katıldığı bir yürüyüşte Annesi onu görünce bayılıyor ve her şey başlıyor. Annesi komaya giren Alex aylarca hergün Annesini ziyarete geliyor, başında bekliyor, bir yandan çalışıyor, bir yandan annesine bakan hemşire ile yakınlaşıyor. Aradan sekiz ay geçiyor ve bu sekiz ay içerisinde Berlin Duvarı yıkılıyor ve Doğu ile Batı birleşiyor. Tabii bu durum ''birleşiyor'' lafından çok daha derin bir konu.

''Burger king'i tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz. yine bekleriz.''
Bildiğiniz veya bilmiyorsanız söyleyeyim. 2. Dünya Savaşından sonra Almanya'nın batısı Fransa, İngiltere ve Amerika tarafında, Doğusu ise Sovyetler Birliği tarafından işgal edildi. Batı birleşme kararı aldı ancak Sovyetler birliği buna karşı çıkarak Doğuda sosyalist bir devlet kurdu. Ancak doğudan batıya kaçanları engelleyemedi ve bunun üzerine Berlin Duvarı yapıldı.

İşte Doğu ile Batının birleşmesi Christina'nın komada olduğu zamana denk geliyor. Uyandıktan sonra doktoru Alex'e annesinin onun sarsacak durumlarla karşı karşıya kalmaması gerektiğini bunun onu çok etkileyeceğini ve böyle bir durumda tekrar komaya girmesi veya ölmesi ihtimali olduğunu söylüyor. Bu durumun ardından Alex çok zorlu bir sınavla karşı karşıya geliyor. Annesini Batı ile Doğunun hala ayrı ülkeler olduğu bir dünyada yaşatmak. Annemizin tek isteği ise sosyalizmi daha yaşanabilir bir hale getirmek ve güzelleştirmek.


Filmde Alex'in çabalarını izlerken hem gülüyor, hem hayret ediyor, hem şaşırıyor hem de hüzünleniyoruz. Her şey o kadar derin o kadar iyi işlenmiş ki filmin etkisine kendinizi kaptırıyorsunuz.

Filmdeki betimlemelerde oldukça iyi. Kapitalizmin gelişini Burger King ve Coca Cola ile çok güzel özdeşleştiriliyor. Bir sahnede Kapitalizm yani Batı; daima tüketen, obez ve hamburger yiyen pis bir adama benzetiliyor. Ayrıca bir kaç sahnede 2001: A Space Odyssey'e gönderme varmış ancak ben bunu filmden sonra öğrendim. 


Doğu ile Batının birleşmesinden sonra kapitalizmin bir ülkeyi nasıl çürüttüğünü nasıl kemirdiğini çok acı bir şekilde görüyorsunuz. Bunları izlerkende bir yandan böyle bir dünyada yaşadığınızı düşününce daha fazla koyuyor, koyuyor da koyuyor.

2003 yapımı filmin müzikleri Yann Tiersen tarafından yapılmış. Yann Tiersen aynı zamanda Amelie'nin müziklerini yapan müzisyenimiz. Durum böyle olunca müziklerde oldukça başarılı.




Eğer yazının başından sonuna kadar okuyan varsa ve Daniel Brühl'ü hala merak eden varsa söyüyorum; Quentin Tarantino'dan Inglourious Basterds. Kendisi Alman subay rolünde izlemiştik. Bu durumda yazının sonuna geldik.

Film söylediğim gibi oldukça başarılı, çok sağlam,  çok derin ve etkileyici. Herkese tavsiye ederim. Ayrıca film ödülden geçilmiyor. İzleyin, izlettirin...
 

İyi seyirler...











15.11.10

Zwartboek - Kara Kitap


Bu sefer Hollanda menşeili 2006 yapımı bir 2. Dünya Savaşı filmiyle karşınızdayım. Öncelikle 2.Dünya Savaşı dediğime bakmayın. Tamam savaş zamanı geçiyor ama savaştan çok bir casusluk filmi. O yüzden Er Ryan'dan girip Pearl Harbor'dan çıkacağınızı falan sanmayın. Daha sakin ama sıkmayan bir film düşünün birde 2.Dünya Savaşı Hollandasında geçiyor.

Ana karakterimiz afiştende anlayabileceğimiz gibi alımlı, hoş bir bayan. Filmde kendisini Rachel Stein(Carice van Houten) ki biraz film izleyenlerin soyadından anlayabileceği gibi bir yahudi kızımız olarak tanıyacağız. Savaştan önce geçimini şarkıcılık yaparak sağlıyor. Tabi Alman orduları Hollanda'ya girince kaçmak durumunda kalıyor ve hristiyan bir aileyle birlikte yaşıyor. Ancak güneşli bir bahar günü ailesiin kaldığı ev bombalanınca tesadüf üzeri oradan geçen gemici genç ile kaçıyor ve hikaye başlıyor.



Rachel bundan sonra çeşitli badireler atlatıyor. Ülkeden kaçmaya çalışıyor, direnişe yardımcı oluyor, hain ilan ediliyor ve daha birçok şey.

Ülkeden kaçma girişimi esanısnda ailesini kaybediyor ardından ''kaybedecek neyim var ki?'' diyerek başlıyor direnişe. Ancak filmin devamında onu Rachel Stein olarak değil Ellis de Vries olarak tanıyoruz.

Nazi subaylarıyla çalışmaya başlıyor, ''Bir Nazi subayıyla ne kadar ileri gidebilirsin?'' gibi sorulara cevaplar veriyor. Bir yandan da izleyici hafiften şüphe içerisine düşürülüyor, casusuluk sahneleriyle heyecanlı bir hava yaratılıyor. Tabi Ellis ile Nazi subayı Müntze(Sebastian Koch) arasındaki ilişkide ilerlemeden edemiyor. Yani romantizm ve hafiften bir erotizm ile karşılaşıyoruz.


Filmin sonuna kadar ''ulan kesinlikle bir hain var ama kim?'' diyorsunuz kendinize. Gerçi filmin sonuna doğru neredeyse herkesin ya casus, ya kahraman, ya da vatan haini olduğunu anlıyorsunuz. Sonunda da her şey açıklığa kavuşuyor ve ''oh be'' diyebileceğiniz bir final oluyor. Buraya kadar filmde verilen hiçbir ayrıntının boşa gitmemesi de güzel.

Filmde özellikle kötü adamlar içindeki iyi adama ve iyi adamlar içindeki kötü adam çizgisi üzerinde gidilmiş. Yani bu adamlar bunları yaptı ama bak iyileride var ve bak adamlar ülkeyi savunuyoruz ayağına yatıyor ama paralar cukka diyorsunuz.


İzlerken sıkılmıyorsunuz onu söyleyeyim. Akıp gidiyor. Ancak bazı anlar geliyor ki ''bitmedi mi hala?'' diyorsunuz. Yine de sorun değil çünkü durmadan bir şeyler oluyor. Dikkat ederseniz sanki filmde hayat hızlı akıyor. İnsanlar acele acele konuşuyor olaylar hızlı oluyor. Tabi bu filme senayonun gerektirdiği kadar olay sığdırabilmek için.

-

Filmde önceden tanıdığım iki aktörle karşılaştım. Gerisi benim için oldukça yeni yüzlerdi. Bunlardan biri Sebastian Koch; Das leben der Anderen-The Lives of Others ki oldukça iyi bir filmdi. Diğeride Alman General Rolünde izlediğimiz Christian Berkel. Onu da Der Untergang-Çöküş'de görebilirsiniz.

Sonuç olarak film izlenecek kalitede, sinema sektörünün savaşın belki de hiç ilgilenmediği bir yüzünü yansıtan bir film. Bolca ödülü olduğunu da belirtmek gerek. İzlenmesi gerek bir film.



İyi seyirler...

12.11.10

Singin' in the Rain - Yağmur Altında


Müzikal konusunda pek iyi bir izleyici olmasanız bile yağmurlu bir akşamda  takım elbiseli bir adamın ''singin' in the rain'' diyerek sokak lambasının üstünde durduğu sahneyi bilmeyen yoktur. İşte o sahne bu filme ait ve film tek kelimeyle ''harika''. Tabi bu görüşe pek de bilinçli bir şekilde varamadım çünkü söylediğim gibi müzikal konusunda deneyimli değilim.

Yıl 1952, MGM firması o zamana kadar yapılmış önemli müzikallerinin önemli sahnelerinden oluşan bir müzikal film yapmak ister. İşte Singin' in the Rain fikride böylece ortaya çıkar. Bu fikir icraata dönüşür ve sağlam bir müzikal ile izleyiciler buluşur.

Efsane sahne

Gelelim filme; 1927 yılı ve Hollywood. Önemli oyuncular, önemli filmler. Ancak bunların hepsi sessiz. Çünkü daha dublaj fikri ortaya çıkmamış. Karakterlerimiz yine bu önemli oyunculardan olan Don Lockwood yani Gene Kelly ve Lina Lamont yani Jean Hagens. Oldukça başarılı ve uyumlu bir çift gibi ''görünüyorlar''. Tabii bütün maharet Don Lockwood'da. Bir de Don'un dostu ve bu sektöre girerken yanında olan arkadaşı Cosmo Brown(Donald O'Connor) var.


Filmin başlarında Don'un nasıl üne kavuştuğunu, nasıl başarılı olduğunu, nasıl çevresini genişlettiğini öğreniyoruz. Ardından sektörün durumu ve film dünyası. Tabii bunlar öyle sade bir dille değil. Oldukça sağlam koreografiler, müzikler eşliğinde. Oldukça yalın ve akıcı bir anlatımı var. Bir an bile sıkılmıyorsunuz.It's a Wonderful Life'tan sonra izlediğim en mutlu film. ''Mutlu film'' kavramıda ne kadar ilginç olsa da.

Ardından Don hayatının aşkı Kathy Selden(Debbie Reynolds) ile tanışır. Kathy kariyerinin başında, başarılı olmak için çeşitli işler yapan bir sanatçı. İşte olaylar bundan sonra gelişir; Sektöre dublaj gibi bir teknik girer, filmlere ses elir. Sinema dünyası bir devrim yaşar. Tabii bu duruma herkes ayak uydurmaya çalışır.

Donal O'Connor - Debbie Reynolds - Gene Kelly

Senaryo yazılırken önce müzikaller seçilip ardından hikaye ona göre uydurulduğu için filmin sonlarına doğru olan bazı müzikal sahnelerinde kopmalar oluyor. Ancak kendinizi kaptırdıysanız eğer sizin için çok sorun değil.

Filmdeki müzikal sahnelerini izleyince ''adamlar harbi yapmış'' diyorsunuz. Çünkü tek bir sahne olup o kadar uzun ve karışık koreografiler olan bölümler varki hayran kalıyorsunuz. Tabi bu durum iyi bir müzikalde olması gerek unsurlardan biri. Doğal karşılamak gerekir.




Öğrendiğim ilginç bir bilgiyide paylaşmak istiyorum; filmde Gene Kelly'nin Singin' in the Rain sahnesini çekerken yağmur suyunun içine süt karıştırılmış. Bunun amacı ise yağmurun daha net görülebilmesiymiş. Tabii süt Gene Kelly'nin takımının çekmesine neden olmuş.

Eğer izlemek isterseniz renkli versiyonunu izlemenizi tavsiye ederim. Bunun dışında ailecek izlenebilecek, çok mutlu, çok keyifli cıvıl cıvıl bir film. Tavsiye ederim.


İyi seyirler dilerim...

8.11.10

Any Given Sunday - Kazanma Hırsı


Çok çok zengin bir kadroya ev sahipliği yapan 1999 yapımı Any Given Sunday Amerikan Futbol sistemindeki düzeni, oyuncuları, ekonomiyi, açgözlülüğü, hırsı ve daha birçok şeyi ortaya çıkaran bir film.

''Biz Türk'üz ne anlarız elin sporundan.'' gibi bir tepki vererek izlemek istemezseniz oldukça büyük bir hata yaparsınız. Çünkü filmin dışarıdan görünüşü her ne kadar Amerikan Futbolu gibi olsada spordan ziyade daha derin konulara iniyor.


Afişte gördüğünüz kadro filme ''cuk'' diye oturmuş. Herkes rolünü başarıyla yapmış. Zaten Oliver Stone'dan beklenmeyen bir konu olsada onun tarzında çekilmiş bir film.

Miami Sharks takımı 3 maç üstü üste kaybettiği bir durumdayken hem as oyun kurucularını hemde 2. oyun kurucularını sakatlık sonucu kaybeder. Bu durumdan sonra devereye mecburen kariyerinin ortalarında olan ve beklediği çıkışı hala yapamamış olan 3. oyun kurucu Willie Beamen yani Jamie Foxx girer. Tabii Willie bu durumun çıkış yapmnası için son şans olacağının farkındadır. Bundan dolayı deli gibi hırsa yapar. İnsanları eleştrir, heyecan yapar. Tabii senaryo buradan devreye girer ve takım oyunun ne olduğunu bize öğretir.


Al Pacino'yu filmde 30 yıldır bu sektörde olan başarılı teknik adam Tony D'Amato rolünde izliyoruz. Al Pacino her filmde olduğu gibi karakterin hakkını bu filmdede vermiş vaziyette. Cameron Diaz ise oldukça zıt bir karakter. Şöyle düşünün ki delicesine testesteron salgılayan bir amerikan futbolu takımının sarışın, güzel sahibi.



Yazımın başında da belirttiğim gibi filmde tamamiyle takım oyunundan bahsedilmiyor. Oyuncuların parasal durumları, bu para uğruna yaptıkları ve çektikleri, aile yaşamları ve en önemlisi sağlıklarının kariyerlerinin üzerindeki etkisi.Tabii Amerikanın meşhur para babaları da heryerde olduğu gibi de bu sistemi piyon gibi oynatıyorlar.

Ayrıca film Al Pacino'nun nutuk sahneleriyle oldukça parlama yaptığı sahnelere sahip. Zaten beğeni kazanmasının en büyük etkenlerinden biride bu konuşmalar. Bu arada filmdeki takımlar, ligler, kupalar yani hiçbirşey gerçek değil. Oliver Stone hepsini yeniden isimlendirtmiş tasarlatmış. Farklı kıyafetler yapılmış. Örneğin Maiami Sharks aslında Miami Dolphins, bahsedilen Pantheon Cup aslında Super Bowl gibi.


Filmden daha fazla bahsetmeye gerek yok. Oliver Stone yapmış yapacağını. Çekimler, müzikler, konunun işlenişi oldukça farklı. Futbol sahnelerinin spordan ziyade savaş atmosferi hissi vermesi ise oldukça zevk katıyor. Finali ise ''oh olsun'' denecek cinsten.



İyi seyirler...

31.10.10

The Birth of a Nation - Bir Ulusun Doğuşu


1915 yapımı The Birth of a Nation filminin Amerikan sinema endüstrisinin standartlarını belirlediği kabul edilmektedir. Üç saatlik süresi ile o zamana dek çekilen en uzun film olması yanı sıra sinema dilinin kullanımı konusunda ders olarak okutulabilecek kadar görkemli ve dönemine göre olağanüstü çekim ve anlatım teknikleri kullanılarak çekilmiş bir yapımdır.
Film iki bölüm olarak değerlendirilmelidir. İlk bölümde ‘’kardeşin kardeşi vurduğu’’ anlamsız bir Kuzey-Güney savaşı, ikinci bölümde ise zafer kazanan Kuzey’in ‘’beyaz Güney’i siyah Güney’in topukları altında ezmesini’ anlatmaktadır. Filmin başlangıcında yer alan ‘’Savaşın yıkıcılığını vurgulamak istediğimiz bu çalışmamız savaştan nefret edilmesini sağlayarak sonuçlanırsa çalışmamız boşa gitmemiş olacaktır’’ sözleri genel anlamda insanlığın içine düştüğü savaşı lanetleme değil ‘’üstün Aryan ırka mensup Kuzey ve Güney’li kardeş’’ arasındaki savaşın yıkıcılığının tekrarlanmaması isteği sonucu yazılmıştır. Çünkü hemen ardından gelen ‘’Afrikalıların Amerika'ya getirilmesi birliğin bozulmasının ilk tohumlarını attı’’ sözleri bu görüşü doğrulamaktadır. Kuzey ile Güney’in arasının açılarak birliğin bozulmasına ve ardından İç Savaş’a yol açan olayların temeli olarak ‘’kölelik karşıtlarının köleliğin kaldırılmasını istemesi’’ olarak gösterilmektedir. Yönetmene göre Afrikalılar –zenciler- bu kutsal topraklara ayak basmamış olsalar bir İç Savaş olmayacak, kardeş kardeşle savaşmayacaktır.


Çokça farklı sahnenin İç Savaş dönemini yansıttığı filmde pek çok karakter ve birbirinden farklı hikayeler yer almaktadır. Bu nedenle yapım sessiz film olma özelliğiyle anlaşılması karmaşık bir durum almıştır. Ancak filmde birkaç bölüm en önemli mesajları verir niteliktedir. İşte bazı bölümlerden örnekler:

-Çocukluğu İç Savaş sonrasına rastlayan ve savaşı kazanan Yankee’lerin (Kuzeylilere Yankee, Güneylilere Dixie derlerdi), her türlü pis işlerini gören Thomas Dixon şöyle bir olaya şahit olur. İç Savaş’ta albay olarak görev yapmış olan dayısının askerlerinden birinin dul eşinin kızına bir zenci tecavüz eder. Kasaba halkı çıldırır ve gece olunca Ku Klux Klan kasabaya gelerek tecavüzcü olduğu söylenen adamı linç ederek asarlar. Bayan Dixon oğluna ‘’Onlar, Klan üyeleri, bizim insanımız ve bizim çiftliğimizi koruyorlar’’ diyor ve hep beraber KKK’ya katılırlar. Film işte bu yaşadıklarını kaleme alan ve zenci düşmanlığıyla dolu Baptist papazının "The Clansman" adlı kitabından uyarlanmıştır.
Filmin asıl adı olan The Clansman olarak belirlenmişti ancak Thomas Dixon ‘’Klan Üyesi’’ isminin filme uygun olmayacağını daha görkemli bir isim olan The Birh of a Nation’un kullanılmasının gerektiğini söyler. İsim değiştirilir ancak bununla yetinilmez ve zenci karşıtı hayli sert olan roman yumuşatılarak yola devam edilir.


-Kuzeyli Stoneman ve Güneyli Cameron ailelerinin gözünden olaylar anlatılır. İlk bölümde Stoneman ve Cameron ailelerinin birbirleri ile olan sıkı dostlukları anlatılır. Birbirlerine gider, gelirler. Hatta Cameron ailesinden biri Stoneman ailesinin kızlarına âşık olarak ‘’arkadaşının, hiç görmemiş olduğu kız kardeşi Elsie Stoneman'ın fotoğrafında hayallerindeki kızı bulur.’’ Günümüz Hollywood yapımlarında iki erkeğin birbirlerine sarıldığı bir sahne bulabilmek olanaksız olduğu gibi sokaklarda da bu durum böyledir. Amerika ve Avrupa’da sokaklarda birbirlerine sarılan iki erkeğin verdiği mesaj kesinlikle eşcinsel içerikli olarak okunmaktadır. Oysa yıllar önce dünyanın her yerinde arkadaşlar, dostlar içtenlikle birbirlerine sarılırlardı. Bu filmde de Stoneman ve Cameron aileleri çocuklarının birbirlerine sarılmaları, dostluklarını göstermeleri Batı kültürünün zamanla değiştiğinin, insanların birbirlerinden uzaklaştığının, ‘’insanın insana yabancılaştığının’’ göstergelerindendir.



-Abraham Lincoln’ün 1860 seçimlerini kazanması ve köleliği kaldıracağını söylemesi filmde şöyle anlatılmaktadır. ‘’Büyük liderin zayıflığı bir ulusu kargaşaya sürüklemek üzereydi.’’ Kuzey’in köleliğin kaldırılmasını istemesi Güney’de dengelerin bütünüyle değişmesi demekti ve kabul edilemezdi. İstenmeyen gerçekleşir ve dostluklar sona erer. Yedi Güney eyaleti (South Carolina, Mississippi, Florida, Alabama, Teksas, Georgia ve Louisiana) bağımsızlıklarını ilan eder ve 12 Nisan’da Charleston limanını ele geçirmesiyle savaş başlar. Dört eyalet daha Güney Konfederasyonu’na katılır (Arkansas, Virginia, North Carolina ve Tennessee). Bu 11 eyalet Amerikan İç Savaşı'nda güneyli Konfederasyon tarafını oluşturdular. Ülkenin geri kalan kısmı (özellikle kuzeydoğu kısmı) da kuzeyli Union (birlik) tarafını oluşturdular. Bir süre sonra iki devlet arasında savaş patlak verdi. İlk büyük çarpışma Washington civarındaki ‘’Bull Run’’ denilen mevkide gerçekleşir ve Güneylilerin zaferiyle sonuçlanır. Böylece uzun bir çatışma dönemine girilir.


Film sona ererken KKK* adamları bir kulübede zencilerin saldırısına maruz kalan Cameron’ları kurtarmak için gelir. Saldırılar sürerken at üstünde dörtnala koşturan kurtarıcı KKK mensuplarının gözüktüğü sahneler günümüz sinemasına ışık tutacak düzeydedir. Ki film sinemalarda gösterildiğinde seyircilerin bu sahneyi çığlık çığlığa ve alkışlayarak seyrettikleri söylenir. ‘’Vahşi savaş artık hüküm sürmediği zaman mutlu gün düşlemeye cesaret edebiliriz. Özgürlük ve birlik, bugün ve sonsuza dek,’’ sözleriyle Hz. İsa’nın dev boyutta simgesiyle film sona erer.
Kant insanlığa ‘’aklını kullanabilme cesaretini göster’’ diye haykırmıştı. Tüm ırkçı yapısına ve şiddeti meşru gösterme çabalarına karşın yine de filmi ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirirsek kötüyü savunuyor olmasının filmin kötü olması anlamına gelmediği ortadadır. Sinemanın gelişim sürecini merak edenler için, ırkçılık fikrinin hangi gerekçelerle ortaya çıktığına ve belirli bir ideoloji doğrultusunda tarihin ters yüz edilmesine dair önemli dersler çıkarılabilecek ve döneminin çok ilerisinde olduğunu rahatlıkla söylenebilecek olağanüstü bir film.


İyi seyirler...

B.K

*Klu Klux Klan: Ku Klux Klan örgütü Amerikan İç Savaşı sonrasında zencilerin kazanmaya başladığı haklara, özgürlüklere ve zenci-beyaz eşitliğine karşı çıkmıştır. Amaçlarına ulaşmak için şiddet ve teröre başvurmuşlardır. Örgüt üyeleri kapşonlu beyaz cüppe giyer ve genellikle yanan bir haç örgüt amblemidir. 

*Konuk yazarımıza teşekkürlerimi sunarım.

El laberinto del Fauno - Pan's Labyrinth


İspanyol iç savaşı sırasında Ophelia isimli küçük bir kızın annesinin yeni ve aynı zamanda subay olan kocasının yanına taşınmasıyla maceramız başlıyor. Filmi izlerken ''ne lan bu Alice'in İspanyol versiyonu'' diyenler olacaktır ancak Guillermo del Toro'nun şiirsel anlatımı, müzikleri ve karakterleriyle kendine özgü bir yapım.

Ayrıca filmin 2006 yılında Cannes Film Festivali'nde yarıştığınıda belritmek gerekli.

Ophelia kendi hayal dünyasında yaşayan, bu dünyayı pek sevemeyen, sevse bile gördüğü ve yaşadığı olumsuzluklar karşısında biraz soğumuş bir karakter. Filmin zaten ilk dakikalarında bunu anlayabiliyrosunuz.




Ophelia'nın annesi ise filmde daha çok pasif bir karakter. Genellikle hamileliği ve hastalığıyla meşgul ki bu karakterin sonu pek de iyi değil. Evin yardımcılarından biri olan Mercedes ise sırları olan ancak bir o kadar da iyi yürekli bir karakter ki izlerken hemen anlayacaksınız.

Bu filmimizin kötü karakteri ise Vidal yani Ophelia'nın üvey babası diyebiliriz ki oldukça karizmatik ve tabiri caizse ''cuk'' oturmuş bir karakter.


Filmin genel işleyişi içinde durağan bir yapısı var ancak heyecanın tavan yaptığıda bir o kadar sahne var. Dram, Gizem ve Fantazi türleri oldukça iyi harmanlanmış diyebiliriz. Ayrıca yaratılan karakterler de bir o kadar takdire şayan.

Taşındıktan sonra Ophelia'nın peri/böcek arası bir yaratık tarafından farklı bir dünyaya götürülmesi ile de filmin gidişatı değişiyor. Bu dünyada filme adını veren Pan ile tanışıyoruz ki bu karakter ne iyi ne de kötü bir karakter. Dengeler değiştiği durumlar yok değil ancak genel olarak zararsız ancak ısrarcılığıyla ön planda. Ophelia ise bu fantastik dünyanın prensesi. Bunu Pan'ın söylediklerinden anlayabiliyrosunuz. Film boyunca Pan ve Ophelia'ya vermiş olduğu kitap bize rehberlik ediyor.

Filmin başlangıcındaki ve devamındaki sahnelerdeki şiirsel anlatım ve müzikler sizi hemen o dünyaya alıyor. Sizi filmden soğutacak herhangi bir durum söz konusu olmuyor. Ayrıca filmin içerisine işlenmiş benzetmeler ve iki filmi aynı anda izliyormuş havası yönetmenin ve senaryonun ne kadar iyi iş çıkardığını gösteriyor.


2006 yapımı bu film bittiğinde hafif bir boşluk hissedebilirsiniz. ''E ne oldu bitti mi?'' diyebilirsiniz ancak merak etmeyin sonradan kendi kendine oturuyor. Belki de filmin eksik noktası burası ancak böyle söylediğime bakmayın filmin finali oldukça iyi.




İzlerken sıkılmayacağınız bu filmi eşinize dostunuza kafanızda soru işareti oluşmadan tavsiye edebilrisiniz. Çünkü film tamamiyle yetişkinlere göre. Hiç öyle ''Çocuk muyuz Fantastik film izleyeceğiz.'' demeyin.



İyi seyirler...

30.10.10

Léon - The Professional



12 yaşındaki bir kızın ailesinin öldürülmesi üzerine aynı apartmandaki komşusu Léon'un yanına sığınması. Belki böyle söylendiğinde her şey oldukça basit gözüküyor ancak bahsettiğimiz küçük kız Mathilda ile Léon arasındaki ilişki öyle derin oluyor ki belkide bütün klişeler yıkılıyor.

Öncelikle söylenmesi gereken şu; Léon kesinlikle bir Hollywood filmi değil. Amerika'da geçiyor ancak devreye Luc Besson gibi sağlam bir yönetmen ve Jean Réno faktörleri girince her şey değişiyor. Zaten bir hollywood yönetmeni tarafından çekilmiş bir film olsaydı sanıyorum ki şu an bu yazıyı okuyor olmazdınız.


Filmin başında Amerikadaki az gelirli yozlaşmış aile yaşamını oldukça açık bir dille izliyoruz. Küçük Mathilda'da bu ailenin bir bireyi ancak hayatından hiçte memnun değil. İşte bir gün alt kattaki markete alışveriş yapmaya indiğinde devreye Stansfield yani Gary Oldman giriyor ve film başlıyor.

Gary Oldman'ı filmde yine aile yaşamı kadar yozlaşmış bir ülkenin yozlaşmış polisi olarak izliyoruz ki izlerken kendisinden tiksindirecek kadar iyi bir oyunculuk sergilediği aşikar.


Mathilda'nın ailesinin durumunu gördükten sonra yoluna devam ederek Léon:'un evine yönelmesi ve kapıyı bir çok kez çalmasına rağmen başlarda Léon'un ikilemde kalamsı ve sonunda açması ise filmin kırılma anı. Léon ile Mathilda'nın ilişkiside işte buradan başlıyor.

Léon ise bildiğimiz seri katillerden pek değil. Dış yüzü öyle olsa bile iç yüzü çok farklı yansıtılmış. Her seri katilde olması gereken soğukkanlılık Léon'da da oldukça güçlü ancak çiçeğiyle arasındaki ilişki, bazı yerlerde ortaya çıkan saflığı ve süte olan sevgisi bize Léon'u tanıtıyor. 


Léon ile Mathilda arasındaki ilişki sıradan bir arkadaşlık veya sığınma şeklinde değil. Daha çok Mathilda'nın Léon'a olan aşkı şeklinde. Şimdi ''12 yaşındaki kızla koca herifin ne işi var?'' diyebilirsiniz ki diyeceksiniz. Zaten filmin bu kadar önemli olmasıda bu tabuuyu yıkması. Gerçi bu duygunun karşılıklı olup olmadığı bakış açısına göre değişir.

Film'in finalide bir o kadar sağlam ve önceki yazımdada belirttiğim gibi ''buruk bir sevinç''. Ancak Gary Oldman'lı, Jean Réno'lu ve Natalie Portman'lı (hiçbiri Amerikalı değil bu arada) bu film kesinlikle izlenmeli. Belki ilk 10 veya 20'nize girmez ama izleyin izlettirin.





Son olarak bir kaç ekleme yapmak istiyorum. 1994 yapımı bu filmi izlediyseniz veya izlemeyi düşünüyorsanız kesinlikle ülkemizde yayınlanan vesiyonuyla izlemeyin derim. Çünkü kesinlen bölümler varmış ve Mathilda'nın Léon'un kucağında uyuduğu bölüm yokmuş. Tabii ben normal versiyonunu izledim ancak duyumlarım bu yönde. Birde Mathilda'nın uyuduğu sahneden Jean Réno'nun kucağında yastık varmış ve Natalie Portman yıllar sonraki bir röpörtajında ''doğru bir karar'' olarak nitelendirmiş.


İyi seyirler...

29.10.10

Shichinin no samurai - Yedi Samuray



''Umarım doğru bir tercihtir'' düşüncesiyle ilk yazımı dünya sinemasının önemli yönetmenlerinden biri olan Akira Kurosawa'nın Yedi Samuray filmi ile yazmaya karar verdim.

1954 yapımı olan bu filmi izlediğinizde aslında ne kadar çok benzerine rastladığınızı veya ister istemez bilinçaltınıza yerleşmiş bir konu olduğunu fakediyorsunuz. Biraz daha kurcaladığınızda ise bu filmin kafanızdaki konunun temeli olduğunu anlıyorsunuz. İşte Yedi Samuray'ı kült bir yapım yapan da bu özelliği.
                                 
                     


Haydutlar tarafından düzenli olarak ekinleri çalınan bir köy ahalisinin en sonunda bu duruma dayanamayıp imkanları dahilinde köylerini korumak için samuray aramalarından yola çıkan filmin devamında neler olduğunu tahmin etmek pek zor değil. Geri kalan her şeyiyle beraber buruk bir sevinç yaşatan bir film. Ancak bunlarla birlikte samurayların onuru, bilgeliği, cesareti hakkında önemli izlenimler ediniyorsunuz. Oldukça iyi bir şekilde harmanlanmış olan filmde çatışma ortamında yaşanan aşk, hüzün, komedi ve aksiyon sahneleri hep bir arada.


Günümüz gözüyle izlerseniz sıkılma olsalığınız var. Bunu önceden belirtmek gerekli. Birde açalım patlamış mısırı oturalım izleyelim diye izlemeye kalkarsanız koltuktan binlerce kaloriyle kalkabilrisiniz çünkü film yayınlanan ülkeye göre değişse de ortalama 3 saate yakın bir film.

Filmin 2004 yılında Samurai Seven isminde bir animeside çıkmıştır. Ancak anime filmle aynı şekilde değil bir uyarlama olarak ilerlemektedir ve fantastik öğeler de içermektedir. Buna göre anime de oldukça başarılıdır.
 
Sonuç olarak izlenmesi gereken, eğer sıkılırsanız 1-2 dakikalık molaların yeterli olacağı oldukça iyi bir film. 

İyi seyirler...

Giriş


Çok sevgili blogumu yayına sokmuş bulunmaktayım. Filmleri anlamak, öğrenmek ve bu dünya hakkında bilgi sahibi olmak isteyen herkese.

Saygılar...