''When you have to shoot, shoot. Don't talk.'' - Tuco

26.11.10

Some Like It Hot - Bazıları Sıcak Sever


Ağır toplarıyla sinema dünyasının kült komedi filmleri arasında gösterilen Some Like It Hot'ı cans sıkıntısı üzerine izlemeye başladım ve oldukça güzel zaman geçirdim. Zaman kıtlığından dolayı 2 parça halinde izleyebildim ancak filmden pek bir şey kaybettiğimi sanmıyorum.

Filmimiz 1959 yapımı, siyah-beyaz bir komedi filmi. Marilyn Monroe, Tony Curtis ve Jack Lemmon gibi önemli isimleri barındırıyor.Tony Curtis'i bu sene kaybettiğimizi belirteyim.

Karakterlerimiz Joe(Tony Curtis) ve Jerry(Jack Lemmon) ekonomik durumlar pekde iç açıcı olmayan iki müzisyendir. Bir gün çalıştıkları mekanın mafya bağlantıları nedeniyle polisler tarafından basılması sırasında kaçarlar ve sonuç olarak işsiz kalırlar.


Ardından başlarlar iş aramaya. Bu arayış sırasında bir üniversitenin balosunda iş bulurlar ancak hava nedeniyle arabayla gitmeleri gerekir ve bir arkadaşlarının arabsanı ödünç almaya giderler ve her şey burada başlar. Gittikleri garajda bir mafya çatışmasına tanık olurlar ve mafya tarafından farkedilirler. Ancak karambol sonucu kaçmayı başarırlar. Bundan sonra farkedilmeden kaçmak için kılık değiştirerek bir Bayan Orkestrasına katılırlar ve kaçış başlar. Sugar(Marilyn Monroe) ile tanışmaları da bu durum sırasında oluyor. 


Filmin devamında aşk, komedi, aksiyon bir arada işleniyor. Oldukça yaratıcı ve komik sahneler mevcut. Zaten kadın kılığına giren erkek konularını ilk işleyen filmlerden biri. Birde seksapelitesini kullanan Marily Monroe varsa film kendini seyrettiriyor.


       

Öğrendiğime göre Some Like It Hot ismi bir tekerlemeden geliyormuş. Bu adresten adrese ulaşabilirsiniz.Tıkla! Ayrıca filmin birde Türk versiyonu bulunmaktaymış. Tabi ne derecede olmuştur bilemeyiz.
Film Amerikan tarihinin en iyi komedi filmi özelliğini taşımaktadır. Zaten sırf bundan filmin önemini anlayabiliriz.  Uzun lafın kısası, izlerken sıkılmayacaınız aksine oldukça eğleneceğiniz güzel bir komedi filmi. Repliklerdeki bazı yerler hakikaten de çok güzel yazılmış. Ben Shell sahnesinde ''hadi be!'' dedim yani. İzlemeyenler tavsiye ederim. Beğeneceğinize eminim. 


Bu arada filmin siyah beyaz çekilmesinin nedeni oyunculara yapılan bayan makyajlarıymış ve filmin bazı sahnelerinde Marilyn Monroe replikleri unuttuğu için belirli yerlere repliklerin yazdığı tahtalar koymuşlar. Ne derece doğrudur bilemem. 


İyi seyirler...

19.11.10

Good Bye Lenin! - Elveda Lenin!


+ ''Abi bunun orijinal ismi nedir ki?''
- ''Auf wiedersehen olabilir mi?''
+''ehe ehe odur herhalde.''
- ''Abi baktım internetten Good Byemış.''

Şeklinde bir muhabbetle başladık filmi izlemeye. Daha filmi izlemeden nelere takılıyoruz işte.

Avrupa filmi, Lenin ve ''bak bu filmin puanı yüksekmiş.'' izlememize en çok etkiyi yapan elemanlar oldu. Film gerçekten çok başarılı.

Gelelim karakterlere; yıl 1989. Alex Kerner(Daniel Brühl) Doğu Almanya'da (DDR) babası dışında ailesiyle birlikte yaşayan bir genç. Uzaya oldukça meraklı. Sonuçta uzaya ilk giden Alman'ın çocuk jenerasyonundan. Annesi ise babasının aileyi terkedişinden sonra depresyona giren ardından kendine gelip çocuklarına, ülkesine ve sosyalizme kendini adayan bir anne. Anne rolünde Katrin Sass'ı izliyoruz. Karakterlerimizi canlandıran oyuncular çok başarılı. Bu arada ''ya ben bu Daniel Brühl'ü nereden tanıyorum?'' diyen varsa yazımın sonunda söyleyeceğim.


Alex, Kızkardeşi ve Annesi Doğu ile Batının duvarla ayrıldığı bir Almanya'da yaşıyor. Bir gün Alex'in katıldığı bir yürüyüşte Annesi onu görünce bayılıyor ve her şey başlıyor. Annesi komaya giren Alex aylarca hergün Annesini ziyarete geliyor, başında bekliyor, bir yandan çalışıyor, bir yandan annesine bakan hemşire ile yakınlaşıyor. Aradan sekiz ay geçiyor ve bu sekiz ay içerisinde Berlin Duvarı yıkılıyor ve Doğu ile Batı birleşiyor. Tabii bu durum ''birleşiyor'' lafından çok daha derin bir konu.

''Burger king'i tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz. yine bekleriz.''
Bildiğiniz veya bilmiyorsanız söyleyeyim. 2. Dünya Savaşından sonra Almanya'nın batısı Fransa, İngiltere ve Amerika tarafında, Doğusu ise Sovyetler Birliği tarafından işgal edildi. Batı birleşme kararı aldı ancak Sovyetler birliği buna karşı çıkarak Doğuda sosyalist bir devlet kurdu. Ancak doğudan batıya kaçanları engelleyemedi ve bunun üzerine Berlin Duvarı yapıldı.

İşte Doğu ile Batının birleşmesi Christina'nın komada olduğu zamana denk geliyor. Uyandıktan sonra doktoru Alex'e annesinin onun sarsacak durumlarla karşı karşıya kalmaması gerektiğini bunun onu çok etkileyeceğini ve böyle bir durumda tekrar komaya girmesi veya ölmesi ihtimali olduğunu söylüyor. Bu durumun ardından Alex çok zorlu bir sınavla karşı karşıya geliyor. Annesini Batı ile Doğunun hala ayrı ülkeler olduğu bir dünyada yaşatmak. Annemizin tek isteği ise sosyalizmi daha yaşanabilir bir hale getirmek ve güzelleştirmek.


Filmde Alex'in çabalarını izlerken hem gülüyor, hem hayret ediyor, hem şaşırıyor hem de hüzünleniyoruz. Her şey o kadar derin o kadar iyi işlenmiş ki filmin etkisine kendinizi kaptırıyorsunuz.

Filmdeki betimlemelerde oldukça iyi. Kapitalizmin gelişini Burger King ve Coca Cola ile çok güzel özdeşleştiriliyor. Bir sahnede Kapitalizm yani Batı; daima tüketen, obez ve hamburger yiyen pis bir adama benzetiliyor. Ayrıca bir kaç sahnede 2001: A Space Odyssey'e gönderme varmış ancak ben bunu filmden sonra öğrendim. 


Doğu ile Batının birleşmesinden sonra kapitalizmin bir ülkeyi nasıl çürüttüğünü nasıl kemirdiğini çok acı bir şekilde görüyorsunuz. Bunları izlerkende bir yandan böyle bir dünyada yaşadığınızı düşününce daha fazla koyuyor, koyuyor da koyuyor.

2003 yapımı filmin müzikleri Yann Tiersen tarafından yapılmış. Yann Tiersen aynı zamanda Amelie'nin müziklerini yapan müzisyenimiz. Durum böyle olunca müziklerde oldukça başarılı.




Eğer yazının başından sonuna kadar okuyan varsa ve Daniel Brühl'ü hala merak eden varsa söyüyorum; Quentin Tarantino'dan Inglourious Basterds. Kendisi Alman subay rolünde izlemiştik. Bu durumda yazının sonuna geldik.

Film söylediğim gibi oldukça başarılı, çok sağlam,  çok derin ve etkileyici. Herkese tavsiye ederim. Ayrıca film ödülden geçilmiyor. İzleyin, izlettirin...
 

İyi seyirler...











15.11.10

Zwartboek - Kara Kitap


Bu sefer Hollanda menşeili 2006 yapımı bir 2. Dünya Savaşı filmiyle karşınızdayım. Öncelikle 2.Dünya Savaşı dediğime bakmayın. Tamam savaş zamanı geçiyor ama savaştan çok bir casusluk filmi. O yüzden Er Ryan'dan girip Pearl Harbor'dan çıkacağınızı falan sanmayın. Daha sakin ama sıkmayan bir film düşünün birde 2.Dünya Savaşı Hollandasında geçiyor.

Ana karakterimiz afiştende anlayabileceğimiz gibi alımlı, hoş bir bayan. Filmde kendisini Rachel Stein(Carice van Houten) ki biraz film izleyenlerin soyadından anlayabileceği gibi bir yahudi kızımız olarak tanıyacağız. Savaştan önce geçimini şarkıcılık yaparak sağlıyor. Tabi Alman orduları Hollanda'ya girince kaçmak durumunda kalıyor ve hristiyan bir aileyle birlikte yaşıyor. Ancak güneşli bir bahar günü ailesiin kaldığı ev bombalanınca tesadüf üzeri oradan geçen gemici genç ile kaçıyor ve hikaye başlıyor.



Rachel bundan sonra çeşitli badireler atlatıyor. Ülkeden kaçmaya çalışıyor, direnişe yardımcı oluyor, hain ilan ediliyor ve daha birçok şey.

Ülkeden kaçma girişimi esanısnda ailesini kaybediyor ardından ''kaybedecek neyim var ki?'' diyerek başlıyor direnişe. Ancak filmin devamında onu Rachel Stein olarak değil Ellis de Vries olarak tanıyoruz.

Nazi subaylarıyla çalışmaya başlıyor, ''Bir Nazi subayıyla ne kadar ileri gidebilirsin?'' gibi sorulara cevaplar veriyor. Bir yandan da izleyici hafiften şüphe içerisine düşürülüyor, casusuluk sahneleriyle heyecanlı bir hava yaratılıyor. Tabi Ellis ile Nazi subayı Müntze(Sebastian Koch) arasındaki ilişkide ilerlemeden edemiyor. Yani romantizm ve hafiften bir erotizm ile karşılaşıyoruz.


Filmin sonuna kadar ''ulan kesinlikle bir hain var ama kim?'' diyorsunuz kendinize. Gerçi filmin sonuna doğru neredeyse herkesin ya casus, ya kahraman, ya da vatan haini olduğunu anlıyorsunuz. Sonunda da her şey açıklığa kavuşuyor ve ''oh be'' diyebileceğiniz bir final oluyor. Buraya kadar filmde verilen hiçbir ayrıntının boşa gitmemesi de güzel.

Filmde özellikle kötü adamlar içindeki iyi adama ve iyi adamlar içindeki kötü adam çizgisi üzerinde gidilmiş. Yani bu adamlar bunları yaptı ama bak iyileride var ve bak adamlar ülkeyi savunuyoruz ayağına yatıyor ama paralar cukka diyorsunuz.


İzlerken sıkılmıyorsunuz onu söyleyeyim. Akıp gidiyor. Ancak bazı anlar geliyor ki ''bitmedi mi hala?'' diyorsunuz. Yine de sorun değil çünkü durmadan bir şeyler oluyor. Dikkat ederseniz sanki filmde hayat hızlı akıyor. İnsanlar acele acele konuşuyor olaylar hızlı oluyor. Tabi bu filme senayonun gerektirdiği kadar olay sığdırabilmek için.

-

Filmde önceden tanıdığım iki aktörle karşılaştım. Gerisi benim için oldukça yeni yüzlerdi. Bunlardan biri Sebastian Koch; Das leben der Anderen-The Lives of Others ki oldukça iyi bir filmdi. Diğeride Alman General Rolünde izlediğimiz Christian Berkel. Onu da Der Untergang-Çöküş'de görebilirsiniz.

Sonuç olarak film izlenecek kalitede, sinema sektörünün savaşın belki de hiç ilgilenmediği bir yüzünü yansıtan bir film. Bolca ödülü olduğunu da belirtmek gerek. İzlenmesi gerek bir film.



İyi seyirler...

12.11.10

Singin' in the Rain - Yağmur Altında


Müzikal konusunda pek iyi bir izleyici olmasanız bile yağmurlu bir akşamda  takım elbiseli bir adamın ''singin' in the rain'' diyerek sokak lambasının üstünde durduğu sahneyi bilmeyen yoktur. İşte o sahne bu filme ait ve film tek kelimeyle ''harika''. Tabi bu görüşe pek de bilinçli bir şekilde varamadım çünkü söylediğim gibi müzikal konusunda deneyimli değilim.

Yıl 1952, MGM firması o zamana kadar yapılmış önemli müzikallerinin önemli sahnelerinden oluşan bir müzikal film yapmak ister. İşte Singin' in the Rain fikride böylece ortaya çıkar. Bu fikir icraata dönüşür ve sağlam bir müzikal ile izleyiciler buluşur.

Efsane sahne

Gelelim filme; 1927 yılı ve Hollywood. Önemli oyuncular, önemli filmler. Ancak bunların hepsi sessiz. Çünkü daha dublaj fikri ortaya çıkmamış. Karakterlerimiz yine bu önemli oyunculardan olan Don Lockwood yani Gene Kelly ve Lina Lamont yani Jean Hagens. Oldukça başarılı ve uyumlu bir çift gibi ''görünüyorlar''. Tabii bütün maharet Don Lockwood'da. Bir de Don'un dostu ve bu sektöre girerken yanında olan arkadaşı Cosmo Brown(Donald O'Connor) var.


Filmin başlarında Don'un nasıl üne kavuştuğunu, nasıl başarılı olduğunu, nasıl çevresini genişlettiğini öğreniyoruz. Ardından sektörün durumu ve film dünyası. Tabii bunlar öyle sade bir dille değil. Oldukça sağlam koreografiler, müzikler eşliğinde. Oldukça yalın ve akıcı bir anlatımı var. Bir an bile sıkılmıyorsunuz.It's a Wonderful Life'tan sonra izlediğim en mutlu film. ''Mutlu film'' kavramıda ne kadar ilginç olsa da.

Ardından Don hayatının aşkı Kathy Selden(Debbie Reynolds) ile tanışır. Kathy kariyerinin başında, başarılı olmak için çeşitli işler yapan bir sanatçı. İşte olaylar bundan sonra gelişir; Sektöre dublaj gibi bir teknik girer, filmlere ses elir. Sinema dünyası bir devrim yaşar. Tabii bu duruma herkes ayak uydurmaya çalışır.

Donal O'Connor - Debbie Reynolds - Gene Kelly

Senaryo yazılırken önce müzikaller seçilip ardından hikaye ona göre uydurulduğu için filmin sonlarına doğru olan bazı müzikal sahnelerinde kopmalar oluyor. Ancak kendinizi kaptırdıysanız eğer sizin için çok sorun değil.

Filmdeki müzikal sahnelerini izleyince ''adamlar harbi yapmış'' diyorsunuz. Çünkü tek bir sahne olup o kadar uzun ve karışık koreografiler olan bölümler varki hayran kalıyorsunuz. Tabi bu durum iyi bir müzikalde olması gerek unsurlardan biri. Doğal karşılamak gerekir.




Öğrendiğim ilginç bir bilgiyide paylaşmak istiyorum; filmde Gene Kelly'nin Singin' in the Rain sahnesini çekerken yağmur suyunun içine süt karıştırılmış. Bunun amacı ise yağmurun daha net görülebilmesiymiş. Tabii süt Gene Kelly'nin takımının çekmesine neden olmuş.

Eğer izlemek isterseniz renkli versiyonunu izlemenizi tavsiye ederim. Bunun dışında ailecek izlenebilecek, çok mutlu, çok keyifli cıvıl cıvıl bir film. Tavsiye ederim.


İyi seyirler dilerim...

8.11.10

Any Given Sunday - Kazanma Hırsı


Çok çok zengin bir kadroya ev sahipliği yapan 1999 yapımı Any Given Sunday Amerikan Futbol sistemindeki düzeni, oyuncuları, ekonomiyi, açgözlülüğü, hırsı ve daha birçok şeyi ortaya çıkaran bir film.

''Biz Türk'üz ne anlarız elin sporundan.'' gibi bir tepki vererek izlemek istemezseniz oldukça büyük bir hata yaparsınız. Çünkü filmin dışarıdan görünüşü her ne kadar Amerikan Futbolu gibi olsada spordan ziyade daha derin konulara iniyor.


Afişte gördüğünüz kadro filme ''cuk'' diye oturmuş. Herkes rolünü başarıyla yapmış. Zaten Oliver Stone'dan beklenmeyen bir konu olsada onun tarzında çekilmiş bir film.

Miami Sharks takımı 3 maç üstü üste kaybettiği bir durumdayken hem as oyun kurucularını hemde 2. oyun kurucularını sakatlık sonucu kaybeder. Bu durumdan sonra devereye mecburen kariyerinin ortalarında olan ve beklediği çıkışı hala yapamamış olan 3. oyun kurucu Willie Beamen yani Jamie Foxx girer. Tabii Willie bu durumun çıkış yapmnası için son şans olacağının farkındadır. Bundan dolayı deli gibi hırsa yapar. İnsanları eleştrir, heyecan yapar. Tabii senaryo buradan devreye girer ve takım oyunun ne olduğunu bize öğretir.


Al Pacino'yu filmde 30 yıldır bu sektörde olan başarılı teknik adam Tony D'Amato rolünde izliyoruz. Al Pacino her filmde olduğu gibi karakterin hakkını bu filmdede vermiş vaziyette. Cameron Diaz ise oldukça zıt bir karakter. Şöyle düşünün ki delicesine testesteron salgılayan bir amerikan futbolu takımının sarışın, güzel sahibi.



Yazımın başında da belirttiğim gibi filmde tamamiyle takım oyunundan bahsedilmiyor. Oyuncuların parasal durumları, bu para uğruna yaptıkları ve çektikleri, aile yaşamları ve en önemlisi sağlıklarının kariyerlerinin üzerindeki etkisi.Tabii Amerikanın meşhur para babaları da heryerde olduğu gibi de bu sistemi piyon gibi oynatıyorlar.

Ayrıca film Al Pacino'nun nutuk sahneleriyle oldukça parlama yaptığı sahnelere sahip. Zaten beğeni kazanmasının en büyük etkenlerinden biride bu konuşmalar. Bu arada filmdeki takımlar, ligler, kupalar yani hiçbirşey gerçek değil. Oliver Stone hepsini yeniden isimlendirtmiş tasarlatmış. Farklı kıyafetler yapılmış. Örneğin Maiami Sharks aslında Miami Dolphins, bahsedilen Pantheon Cup aslında Super Bowl gibi.


Filmden daha fazla bahsetmeye gerek yok. Oliver Stone yapmış yapacağını. Çekimler, müzikler, konunun işlenişi oldukça farklı. Futbol sahnelerinin spordan ziyade savaş atmosferi hissi vermesi ise oldukça zevk katıyor. Finali ise ''oh olsun'' denecek cinsten.



İyi seyirler...