''When you have to shoot, shoot. Don't talk.'' - Tuco
Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15.3.12

Machuca



 ‘’Beş sene içinde, arkadaşlarının nerede olacağını biliyor musun? Üniversiteye başlayacaklar ve sen de tuvaletleri temizleyeceksin. On yıl sonra ise, arkadaşların babalarının şirketlerinde çalışıyor olacaklar ve sen hala tuvalet temizliyor olacaksın. On beş yıl sonra, arkadaşların babalarının şirketlerinin sahibi olacaklar ve sen? Tahmin et ne yapacaksın. Hala tuvalet temizliyor olacaksın.’’

41. Antalya Altın Portakal Film Festivalinde açılış filmi olarak gösterildikten sonra vizyona giren Andres Wood imzalı filmimizin ismi Machuca diye yazılır ‘’Maçhuga’’ diye okunur. Ana karakterlerin çocuk olması sebebiyle geçtiğimiz
incelememdeki This Is England ile benzerlik taşıyan bir yapım Machuca. Tamamen tesadüfi olduğunu da eklemeden geçmeyeyim. Ayrıca bu yazı film hakkında bilgiler içerebilir. Dikkat edin.


Salvador Allende’nin sosyalist hükümetinin iktidarda olduğu yıllar. Sosyalizmin getiri ve götürüleriyle Şili tam bir değişim halinde. Özel bir katolik okulunun müdürü Peder McEnroe da bu değişime kendi okuluyla katılıyor. Fakir çocukları kendi okuluna getiriyor. İşte filmimize adını veren Pedro Machuca da hikayeye burada dahil oluyor. Bundan sonra da Gonzalo ve Machuca’nın dostluğu oluşmaya başlıyor.
Gonzalo ‘’Made in Germany’’ yazan Adidas ayakkabılarıyla Şili’nin kapitalist yüzünün aynası. Tam bir gözlemci. Olaylara müdahele etmek yerine izlemeyi tercih eden, sesini çıkarması öğretilmemiş bir çocuk. Tıpkı toplumdaki değişimlere sırf kendini bulaştırmamak adına sesini çıkarmayan, tek derdi değişen dünyada kendi küçük hayatını muhafaza etmek isteyenler gibi. Ancak diğer çocuklardan farklı olarak olan bitenin farkında olan bir çocuk. Sesini çıkarmak için yanıp tutuşan bir çocuk. Bu sırada siyasi ve toplumsal gerginliklerin etkilerine rağmen Machuca ile arkadaşlıkları gelişiyor.

Matias Quer - Ariel Mateluna

Gerginliklerin okula olan etkisinde velilerin çatışmasını da görmeden geçmiyoruz elbet. ‘’Böyle konularda da hep çocukları kullanıyorlar.’’ diyenler olacaktır. Ancak çocukların kullanılması Machuca için çok doğru bir seçim. Bu sayede film boyunca toplumun, bir çocuğun gözünden nasıl bir değişim gösterdiğini görebiliyoruz. 73 Şili'sinin her iki tarafını ve bu taraflarda yetişmiş iki çocuğun belkide büyüklerin dünyasında yaşanması mümkün olmayan arkadaşlıklarını izleyebiliyoruz. Evet, işte bu nedenlerden dolayı çocuklar var ve olmaları da güzel.  Dünyada her şey değişirken yalnızca kendi dünyalarında yaşayan ve çıkar gözetmeden yalnızca insan olan çocuklar.

Bu süreç içerisinde Gonzalo da Pedro’nun hayatını deneyimleme imkanı buluyor. Küçük adımlarla cinselliği keşfediyorlar. Tesadüfe bakın ki Gonzalo da This Is England’daki Shaun kadar iyi öpüşüyor.


Bu olaylar yaşanırken Şili tarihinde hiç de iyi anılmayan 73 darbesi gerçekleşiyor ve Pinochet diktatoryası başa geliyor. İşte bu anlarda dünyanın neresinde olduğunuzun fark etmediği insana düşündürtülüyor. Benzer durumları yaşamış bir ülkenin tarih bilinci olan vatandaşlarına çok tanıdık gelen olaylar. Sonuç mu? Bir umut hayatlarının değişeceğini düşünen fakirlerin dünyası yeniden çöküşe geçiyor, postallar altında eziliyor. Zenginlerse umutsuzluğa kapıldığı yıllardan daha zengin, daha mutlu ve daha fazla ‘’mobilya’’ ile çıkıyor. Ne tezat ama. Darbeden sonra okulda uzun saçlı öğrencilerin saçlarının kesildiği sahneler nedense çok tanıdık geldi ama bilemedim şimdi.

Şilinin yakın tarihiyle ilgilenen, siyasi gelişmelerin topluma olan etkisinin başarılı bir şekilde yansıtıldığı bir film Machuca. Değişimi çocukların gözünden gösteren ve fazla taraf tutmadan seçimi size bırakan bir film. Olaylara yaklaşımındaki romantik ancak bir o kadar da gerçekçi olan tavrı finale doğru tavan yapıyor. İzledikten sonra oturup bir süre düşünmenize neden oluyor ve vermek istediklerini verip, ödüllerini topladıktan sonra bir kenara çekilip gerisini size bırakıyor. İşte bu nedenlerden dolayı bu yazıyı yazan kişi Machuca’yı deneyimlemenizi salık veriyor.

Filmimizin kötü adamı ise ‘’kapitalizm ve Pinochet’’ . Ben ayrıca sonradan gelen okul müdürüne takıldım. Gerisi size kalmış.

Bu yazıyla birlikte yakın tarihi merak eden sevgili insanları buradan alalım.

İzleyin, izlettirin, iyi seyirler...

12.2.12

Joyeux Noel - Ateşkes


*Bu yazı ‘’spoiler’’ olarak tabir edilen, okuduğunuzda filmde yaşanan olaylar hakkında bilgi sahibi olabileceğiniz ve buna bağlı olarak yazara çeşitli lanetler gönderebileceğinz unsurlar içerebilir.

Christian Cairon’un gerçek bir olaydan esinlenerek hem yazıp hem yönettiği, 25. Uluslararası İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilmiş ve Avrupa  sinemasının öne çıkan isimlerini kadrosunda barındıran ‘’popüler’’ olarak tanımlayabileceğimiz bir film Joyeux Noel. Zaten bu durumu, okyanusunun öbür tarafından aday olduğu ödüllerle de anlayabiliriz. 
Yıl 1914, I. Dünya Savaşı, Fransa. Sol köşede kırmızı pantolonlarıyla Fransız ve damalı şapkalarıyla İskoç askerleri, sağ köşede sivri mğferleriyle Alman askerleri. Görevleri; büyüklerinin emirleri doğrultusunda birbirlerini yok etmek. Ancak işler hiçte öyle gelişmiyor.




Filmimizin barış ortamı müzik, noel, futbol gibi birtakım değerler üzerinden sağlanmış. Bu değerlerin insanlığımızı farkedebilmemiz adına nasıl bir aktivatör olduğu üzerinde durulmuş. Ancak bu durum sadece o cephede sıkışıp kalıyor. Aksi takdirde filmin barışın kaynağının batı olduğunu gösterdiğini söylemekten başka şansımız kalmaz. Doğu-batı ekseninde hiçbir şey ifade etmiyor. Yavan geliyor. Dinin birleştiriciliği üzerinde durulmuş ancak yanlış ellerde nasıl şeytani bir araç olduğu da gösterilmeden geçilmemiş. Bu nokta takdir edilesi. Yahudi bir Alman komutan ise güzel bir ayrıntı. Zaten böyle küçük ayrıntılar filmin içerisine serpiştirilmiş vaziyette.
Piyasada dolanan savaş filmlerinden farklı bir film Joyeux Noel. Birbirini öldüren insanları izlerken ‘’Peki ya dostluk?’’ diyen saf bir çocuk adeta. Evet, belki saf ama haklı bir çocuk. Yine de bu yönü bazı sahnelerde fazla lirik, fazla saf. Ancak ismi ‘’Mutlu Noeller’’ olan ve cephede geçen kaç film var ki? 
Diane Kruger - Gary Lewis
Cephede yaşananlar öğrenilince bölükler dağıtılıyor ve yerleri değiştiriliyor. Her zaman büyüklerimiz birbirine üstünlük sağlayacak, kendini haklı çıkaracak diye savaştırılan insanlar bulunur öyle değil mi? 
Filmin takdir edilesi yönlerinden biri dilin kullanımı. Herkesin İngilizce konuştuğu vurdulu kırdılı filmlerin yanında çok doğal ve çok doğru olmuş. Bu nedenle filmi orijinal haliyle altyazılı olarak izlemenizi şiddetle tavsiye ederim.
Olayların tarafsız bir şekilde anlatılması sebebiyle her olayı üç farklı açıdan görüyoruz. Bu nedenle bir oradayız bir burada. Herhangi bir karakterin tarafının tutulmamasının sonucu olarak, kendini bir karakterle özdeşleştirmeye alışkın bünyeler üzerinde bir süre ‘’kimsesizlik’’ hissi yaratabilir. Bu durum sıkıntı yaratsa da sonlara doğru kendinizi yöneticilerin karşısında yani askerlerin hemen yanında buluyorsunuz. Yine de karakterlerin derinlikleri konusunda sıkıntı var.
İngiliz ve Alman askerlerinin 1914'de çekilmiş fotoğrafı
Filmdeki tek kadın olmasından mı, filmin çoğunlukla cephede geçmesinden midir bilinmez Diane Kruger’ı film boyunca sevemedim. Çoğu sahnede sırıtıyordu. Esinlenen konuyla alakası olmadığını söylemeden geçmeyelim. Yönetmenin yalnızca 1914 ylında gerçekten kocalarını ve sevgililerini görmeye giden kadınların olduğunu öğrenmesiyle kadroya dahil olmuş. Ayrıca yaratılan bütün karakterler kurgu. Evet bir tenor varmış ama Nikolaus Sprink değil.
Artılarının yenında eksileri de olan ancak deneyimlenmesi gereken bir film Joyeux Noel. Her ne kadar hayal etmesi güzel unsurlar içerse de pratikte elinizde pek bir şey kalmıyor maalesef. Bütün yazı boyunca ‘’savaş filmi’’ dedim. Soran olursa, siz ‘’barış filmi’’ diyebilirsiniz. Filmimizin kötü adamıysa ‘’Geçit törenlerinde yürüyüp şampanya içen, şişman ve doymuş adamlar’’.
Bu yazıyı okuduktan sonra merak duygusuna kapılan tarih severleri buraya alalım. Ne yazık ki sadece İngilizce.
İzleyin, izlettirin, iyi seyirler…

2.2.11

Paths of Glory - Zafer Yolları


Birçok ülkede özellikle Fransa'da uzun yıllar yayınlanmayan ve ülkemizde de Zafer Yolları ismiyle yayınlanan bir film Paths of Glory. Usta Yönetmen Stanley Kubrick'in militarizmle ilgili ilk filmi. Ardından gelen Full Metal Jacket kadar iyi fakat Dr.Strangelove'ı ya anlamadığım ya da çok absürd geldiği için kıyaslamaya almayacağım bir film. İzlememin nedeni ise ''Şu Kubrick'in filmlerini izleyip bitirelimde aradan çıksın'' demem. Aradan çıksın olayı yanlış anlaşılmasın, her filme olduğu gibi bunlara da saygım sonsuz.

Film oldukça açık ve net. Kafanızı karıştıran, bir kere daha izlemenizi gerektiren sahneler yok diyebilirim gerçi bu durum izleyiciye göre değişir. Ancak bir kerede çok rahat yerleşen başarılı bir yapım. 1. Dünya Savaşı sırasında Fransa ile Almanya arasındaki cephede Ant Tepesi'nin alınması sırasında yaşanan askeri bir kriz ve bunun sonuçları üzerine. Ancak senaryo salt Kubrick değil. Humphrey Cobb'un romanından uyarlama. Diğer birkaç Kubrick filminde olduğu gibi.


Askeri yapılanmanın kriz zamanlarında ne kadar kokuşmuş durumda olduğunu, krizlerin çözülmesinde ne kadar düz mantık ilerlediğini ve rütbeler arasındaki farkları gözümüze soka soka anlatıyor.

Film genelde üç farklı taraftan anlatılmış ki zaten üzerinde durulan iki grup var. Birincisi rütbeli askerler grubu ki içindeki pislikleri görünce mideniz bulanıyor. Diğeri ise erler grubu. Bunlar da ne denirse yapan ve olaylar karşısında kurban giden ekip ki acımamak elde değil. İşte bu üç farklı taraf olayı şöyle ki rütbelilerde bir kötü,pislik, ekstra yıldız uğruna her şeyi yapabilecek subay, olayları yatıştırmaya çalışıp tatlı dille işi halletmeye çalışan subay ve doğrucu davut olan, olayları mantıklı bir şekilde analiz edip manıklı olanın yanında olan. İşte bu son saydığım oldukça iyi bir performans sergileyen Kirk Douglas'ın canlandırdığı Albay Dax karakteri

Pvt. Maurice Ferol

Peki ya erler neci? İşte burada idama mahkum edilen üçlü devreye giriyor. Biri oldukça güçlü bir kişilik sergileyen, her şey olacağına varır diyen Philip Paris, Annecim ölmek istemiyorum diyen zayıf karakter Maurice Ferol ve bunların arasında kalan asker Pierre Arnaud. Bu arada Pierre Arnaud karakterini oynayan Joseph Turkel'i başka bir Kubrick film olan The Shining'de Barmen olarak görüyoruz. Barmenin adını çıkaramadım şimdi.

Filmimiz hiçte öyle umduğumuz gibi mutlu sonla, iyilerin adaletinin kötülerin adaletini beat'em down gibi bir havada dağıtıp geçtiği şekilde bitmiyor. Gayet güzel bir şekilde Generaller ne isterse o oluyor bitiyor. Askerlerin alındıktan sonra hücrelerinde pislik içinde samanlar üzerinde yatırılması ancak daha belkide yıllarca yaşayacak olan generallerin ise balolarda, davetlerde eğlenmesi, leziz yemekler tüketmesi ve sarayvari yerlerde konaklamaları insana çok koyuyor. Zaten Paris'in bir sahnede yaptığı hamamböceği ve ben karşılaştırması her şeyi söyledi.

Albay Dax'in savunma yaptığı sahnede söylediği son cümleler seyircinin o ana kadar biriktirdiklerini kusuyor. Her cümlesinde vuruyor da vuruyor. Ancak ne derse desin bir işe yaramıyor.  Filmin isminin Paths of Glory olması ise tam bir ironi.


İşte Paths of Glory böyle gerçekçi, başarılı bir film. Saçma sapan atmasyonlar yok. Ancak tam olarak savaş filmi değil. Biraz savaş, biraz dram, biraz Philedephia. Bence olmuş.

Ekşi sözlükte bu filmle ve diğer askeri Kubrick filmleriyle ilgili bir yazı gördüm. Onu da payşmadan bitirmeyeyim:

''insanı vicdani ret noktasına kadar getirebilecek savaş karşıtı kubrick filmi. kubrick 3 savaş filminde de aynı şeyi farklı gözlerden anlatıyor.

- savaş egosu yüksek psikopat generallerin işidir ve amerikan başkanı bile bunu engelleyemez
- savaş egosu yüksek psikopat generallerin işidir ve aklı başında subaylar bile bunu engelleyemez
- savaş egosu yüksek psikopat generallerin işidir ve aklı başında askeri muhabirlik yapan erler bile bunu engelleyemez ''



Birde ekleme yapayım. Filmin sonunda gördüğümüz şarkı söyleyen Alman kızı daha sonra Kubrick ile evleniyor ve Christiane Kubrick oluyor.İzleyin, izlettirin.

İyi seyirler...

16.1.11

Amadeus


Yeni izledim. Evet izlemeye çekiniyordum.  Neden çekiniyordum? Çünkü elimdeki Director's Cut versiyonu 3 saatti. Şu ana kadar ne 3 saatlik filmler izledim gazıyla başladım. Ancak bana bu gazı esas veren son zamanlarda klasik müziğe olan ilgimdeki artış. Nota bilgim çok zayıftır. Ancak herkes klasik müzikten anlayacak diye bir şey yok. Seviyorum dinliyorum. İyikide seviyorum. Böyle bir filmi izleme şansını bana verdi çünkü. Girişi neden bu kadar uzattım? Neden bu kadar övdüm? Çünkü övülmeyecek gibi değil. Tam bir başyapıt. Nesinden bahsetsem yetersiz gibi geliyor. Mükemmel çünkü.

Çevremdekiler soruyordu: ''Yahu bu kadar çok film izliyorsun. en sevdiğin, bu film 1 numaram dediğin film ne?''  Bendeki cevap: ''Ik mıkh. Ya aslında o konuda pek düşünemedim. Çok iyi filmler var. Bla bla..'' Ancak iki günden beri bir numaramı buldum. Çok mutluyum. Milos Forman'ın 1984 yapımı Amadeus'u. Evet, işte bir numaram bu. Yeni filmler izledikçe bu durum değişir belki. Belkide henüz filmin havasından kurtulamadım. Fakat bu hava geçecek gibi durmuyor. Tamam Boondock Saints'i izledikten sonra 1 hafta ''Il nomeni patri et fiili spiritu sancti'' diye dolanıyordum etrafta ama o durumda geçti. Güzel film miydi? Güzeldi ama havası azaldı. Bu öyle değil. Bu iyi.

Çok konuştum. Gelelim filme;
Filmimiz yaşlı bir adamın Mozart! Mozart! diye haykırışlarıyla başlıyor. İşte intihara teşebbüs eden ve haykıran bu yaşlı adam bize bütün bir film boyunca eşlik edecek, filmi bize kendi gözünden gösterecek, filmin kötü adamı. Antonio Salieri. (F. Murray Abraham)

Antonio Salieri (F. Murray Abraham)

Antonio Salieri, çocukluğundan beri müzisyen olma arzusuyla yanıp tutuşan ancak babasının engellemeleri yüzünden müziğe geç yaşta başlayan bir müzisyen. Ancak bu sevgi o kadar büyük ki babasının ölümünü bile ''mucize'' olarak nitelendiriyor.

Salieri büyüyor ve önemli bir müzisyen oluyor. Kapellmeister olarak tabir edilen Saray Müziğinin başına geçiyor. Ancak Wolfgang Amadeus Mozart'ın (Tom Hulce) gelmesiyle her şey değişiyor. Zaten film buradan sonra başlıyor.


Filmin teknik durumu hakkında konuşmaya lüzum görmüyorum. Neden görmüyorum? Zaten her şey harika. Bir film düşünün ki müziğini Mozart yapıyor. Kıyafetler, diyaloglar, atmosfer, oyunculuklar harika. İşte bu Amadeus.

Mozart çok küçük yaştan itibaren babası Leopold Mozart (Roy Dotrice) tarafından eğitilen, saraylarda çalan ve yaşının küçük olmasından dolayı deha olarak gösterilen bir müzisyen. Ancak tavırları ve ergen hareketlerinden dolayı Salzburg'ta daha fazla istenmez ve o da Müziğin Beşiği olarak nitelendirilen Viyana'ya gelir.


Mozart bir süre Salieri'ye ağır basmaya başlar. Ancak Salieri'nin derdi, Tanrının böyle bir yeteneği nasıl olurda böyle bir serseme verdiğidir. Zaten bu durumu anladıktan sonra aşırı dindar olan Salieri bile Tanrıya sırtını döner ve dinden uzaklaşır. Kendisi artık rakip olarak tanımlar. Çünkü Mozart Tanrının müziğini dünyada dinletmesi için gönderilmiş elçisidir. Hatta bir sahnede Salieri bu durumu şöyle dile getirir:

-"tanrım bu bana nasıl bir cezadır ki bu adama böyle bir yetenek verdin, bana ise sadece bu yeteneği anlayabilecek kadar bilgi verdin."

Zaten Mozart'ın büyüklüğünü bize filmin başında Salieri ile Peder arasındaki konuşmada görürüz.
 
Salieri Mozart'ın bir eserini çaldıktan sonra.. 
Peder 
-Oh, I know that!  That's charming!  I didn't know you wrote that.
Salieri 
-I didn't.  That was Mozart.  Wolfgang Amadeus Mozart.



İşte film Salieri'nin Mozart'a olan hayranlığını, kıskançlığını ve 
Mozart'a yaptıklarını göstererek devam eder. Salieri Mozart'ı 
çeşitli oyunlarla diz çoktürmeye çalışır. Bir yandan da Mozart'ın 
çektiği sıkıntıları ve eşi Constanza ile olan ilişkilerini izleriz. 
Konuyu hızlı bir şekilde bitirdim çünkü daha fazla spoilera gerek yok.

Küçük notlar ekleyeyim;
Mozart'ın böyle bir gülüşü olduğunu gerçekten bilmiyordum. Başta bana inanılmaz geldi. Ancak biraz araştırınca bazı kaynaklarda bu inanılmaz gülüşünden bahsedildiğini gördüm.


Filmin başından beri kendi kendime ''Bu Salieri ne kadar tanıdık.'' dedim ve Scarface'de oynadığı ortaya çıktı.  
Birde eğer Director's Cut versiyonunu izlerseniz, Mozart'ın köpekleri olan bir zanginin evine ders vermeye gittiği ve Constanza'nın Salieri'nin önünde soyunduğu sırada Salieri'nin onu kovduğu sahneleri izleyebilirsiniz.

Son olarakda Mozart ilk konçertosunu 4, ilk senfonisini 7 ve ilk operasını da 12 yaşında bestelemiştir.

Filmin senaryosuna da buradan ulaşabilirsiniz >> Amadeus

Filmin kurgu bölümleri de mevcuttur. Sonuçta film. Belgesel değil. Yani Salieri o kadar da gösterildiği gibi aciz bir müzisyen değildir. Yine çok büyük bir müzisyendir ve Beethoven, Schubert gibi isimleri öğretmenidir.

Film hakkında söylenebilecek başka bir şey yok. Kesinlikle izlenmesi gereken muhteşem bir film. İzleyin İzlettirin.

İyi seyirler...

31.10.10

The Birth of a Nation - Bir Ulusun Doğuşu


1915 yapımı The Birth of a Nation filminin Amerikan sinema endüstrisinin standartlarını belirlediği kabul edilmektedir. Üç saatlik süresi ile o zamana dek çekilen en uzun film olması yanı sıra sinema dilinin kullanımı konusunda ders olarak okutulabilecek kadar görkemli ve dönemine göre olağanüstü çekim ve anlatım teknikleri kullanılarak çekilmiş bir yapımdır.
Film iki bölüm olarak değerlendirilmelidir. İlk bölümde ‘’kardeşin kardeşi vurduğu’’ anlamsız bir Kuzey-Güney savaşı, ikinci bölümde ise zafer kazanan Kuzey’in ‘’beyaz Güney’i siyah Güney’in topukları altında ezmesini’ anlatmaktadır. Filmin başlangıcında yer alan ‘’Savaşın yıkıcılığını vurgulamak istediğimiz bu çalışmamız savaştan nefret edilmesini sağlayarak sonuçlanırsa çalışmamız boşa gitmemiş olacaktır’’ sözleri genel anlamda insanlığın içine düştüğü savaşı lanetleme değil ‘’üstün Aryan ırka mensup Kuzey ve Güney’li kardeş’’ arasındaki savaşın yıkıcılığının tekrarlanmaması isteği sonucu yazılmıştır. Çünkü hemen ardından gelen ‘’Afrikalıların Amerika'ya getirilmesi birliğin bozulmasının ilk tohumlarını attı’’ sözleri bu görüşü doğrulamaktadır. Kuzey ile Güney’in arasının açılarak birliğin bozulmasına ve ardından İç Savaş’a yol açan olayların temeli olarak ‘’kölelik karşıtlarının köleliğin kaldırılmasını istemesi’’ olarak gösterilmektedir. Yönetmene göre Afrikalılar –zenciler- bu kutsal topraklara ayak basmamış olsalar bir İç Savaş olmayacak, kardeş kardeşle savaşmayacaktır.


Çokça farklı sahnenin İç Savaş dönemini yansıttığı filmde pek çok karakter ve birbirinden farklı hikayeler yer almaktadır. Bu nedenle yapım sessiz film olma özelliğiyle anlaşılması karmaşık bir durum almıştır. Ancak filmde birkaç bölüm en önemli mesajları verir niteliktedir. İşte bazı bölümlerden örnekler:

-Çocukluğu İç Savaş sonrasına rastlayan ve savaşı kazanan Yankee’lerin (Kuzeylilere Yankee, Güneylilere Dixie derlerdi), her türlü pis işlerini gören Thomas Dixon şöyle bir olaya şahit olur. İç Savaş’ta albay olarak görev yapmış olan dayısının askerlerinden birinin dul eşinin kızına bir zenci tecavüz eder. Kasaba halkı çıldırır ve gece olunca Ku Klux Klan kasabaya gelerek tecavüzcü olduğu söylenen adamı linç ederek asarlar. Bayan Dixon oğluna ‘’Onlar, Klan üyeleri, bizim insanımız ve bizim çiftliğimizi koruyorlar’’ diyor ve hep beraber KKK’ya katılırlar. Film işte bu yaşadıklarını kaleme alan ve zenci düşmanlığıyla dolu Baptist papazının "The Clansman" adlı kitabından uyarlanmıştır.
Filmin asıl adı olan The Clansman olarak belirlenmişti ancak Thomas Dixon ‘’Klan Üyesi’’ isminin filme uygun olmayacağını daha görkemli bir isim olan The Birh of a Nation’un kullanılmasının gerektiğini söyler. İsim değiştirilir ancak bununla yetinilmez ve zenci karşıtı hayli sert olan roman yumuşatılarak yola devam edilir.


-Kuzeyli Stoneman ve Güneyli Cameron ailelerinin gözünden olaylar anlatılır. İlk bölümde Stoneman ve Cameron ailelerinin birbirleri ile olan sıkı dostlukları anlatılır. Birbirlerine gider, gelirler. Hatta Cameron ailesinden biri Stoneman ailesinin kızlarına âşık olarak ‘’arkadaşının, hiç görmemiş olduğu kız kardeşi Elsie Stoneman'ın fotoğrafında hayallerindeki kızı bulur.’’ Günümüz Hollywood yapımlarında iki erkeğin birbirlerine sarıldığı bir sahne bulabilmek olanaksız olduğu gibi sokaklarda da bu durum böyledir. Amerika ve Avrupa’da sokaklarda birbirlerine sarılan iki erkeğin verdiği mesaj kesinlikle eşcinsel içerikli olarak okunmaktadır. Oysa yıllar önce dünyanın her yerinde arkadaşlar, dostlar içtenlikle birbirlerine sarılırlardı. Bu filmde de Stoneman ve Cameron aileleri çocuklarının birbirlerine sarılmaları, dostluklarını göstermeleri Batı kültürünün zamanla değiştiğinin, insanların birbirlerinden uzaklaştığının, ‘’insanın insana yabancılaştığının’’ göstergelerindendir.



-Abraham Lincoln’ün 1860 seçimlerini kazanması ve köleliği kaldıracağını söylemesi filmde şöyle anlatılmaktadır. ‘’Büyük liderin zayıflığı bir ulusu kargaşaya sürüklemek üzereydi.’’ Kuzey’in köleliğin kaldırılmasını istemesi Güney’de dengelerin bütünüyle değişmesi demekti ve kabul edilemezdi. İstenmeyen gerçekleşir ve dostluklar sona erer. Yedi Güney eyaleti (South Carolina, Mississippi, Florida, Alabama, Teksas, Georgia ve Louisiana) bağımsızlıklarını ilan eder ve 12 Nisan’da Charleston limanını ele geçirmesiyle savaş başlar. Dört eyalet daha Güney Konfederasyonu’na katılır (Arkansas, Virginia, North Carolina ve Tennessee). Bu 11 eyalet Amerikan İç Savaşı'nda güneyli Konfederasyon tarafını oluşturdular. Ülkenin geri kalan kısmı (özellikle kuzeydoğu kısmı) da kuzeyli Union (birlik) tarafını oluşturdular. Bir süre sonra iki devlet arasında savaş patlak verdi. İlk büyük çarpışma Washington civarındaki ‘’Bull Run’’ denilen mevkide gerçekleşir ve Güneylilerin zaferiyle sonuçlanır. Böylece uzun bir çatışma dönemine girilir.


Film sona ererken KKK* adamları bir kulübede zencilerin saldırısına maruz kalan Cameron’ları kurtarmak için gelir. Saldırılar sürerken at üstünde dörtnala koşturan kurtarıcı KKK mensuplarının gözüktüğü sahneler günümüz sinemasına ışık tutacak düzeydedir. Ki film sinemalarda gösterildiğinde seyircilerin bu sahneyi çığlık çığlığa ve alkışlayarak seyrettikleri söylenir. ‘’Vahşi savaş artık hüküm sürmediği zaman mutlu gün düşlemeye cesaret edebiliriz. Özgürlük ve birlik, bugün ve sonsuza dek,’’ sözleriyle Hz. İsa’nın dev boyutta simgesiyle film sona erer.
Kant insanlığa ‘’aklını kullanabilme cesaretini göster’’ diye haykırmıştı. Tüm ırkçı yapısına ve şiddeti meşru gösterme çabalarına karşın yine de filmi ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirirsek kötüyü savunuyor olmasının filmin kötü olması anlamına gelmediği ortadadır. Sinemanın gelişim sürecini merak edenler için, ırkçılık fikrinin hangi gerekçelerle ortaya çıktığına ve belirli bir ideoloji doğrultusunda tarihin ters yüz edilmesine dair önemli dersler çıkarılabilecek ve döneminin çok ilerisinde olduğunu rahatlıkla söylenebilecek olağanüstü bir film.


İyi seyirler...

B.K

*Klu Klux Klan: Ku Klux Klan örgütü Amerikan İç Savaşı sonrasında zencilerin kazanmaya başladığı haklara, özgürlüklere ve zenci-beyaz eşitliğine karşı çıkmıştır. Amaçlarına ulaşmak için şiddet ve teröre başvurmuşlardır. Örgüt üyeleri kapşonlu beyaz cüppe giyer ve genellikle yanan bir haç örgüt amblemidir. 

*Konuk yazarımıza teşekkürlerimi sunarım.