''When you have to shoot, shoot. Don't talk.'' - Tuco

20.10.12

Coffee and Cigarettes - 2



Önceki altı filmin verdiği hazla Coffee and Cigarettes’in geri kalan beş filmine de devam edecek gücü buldum. Bu kısmın tamamı sonradan çekilen filmlerden oluşuyor. Hayırlısı deyip, bir fincan kahve eşliğinde ikinci kısma girişimizi yapalım.
Cousins – Kuzenler

Cate Blanchett
Karşımızda Cate Blanchett. Diğer tüm filmciklerden farklı olarak tek başına oynuyor. İki farklı karakteri karşılıklı oynamak gibi zor bir işe girişmiş. Ancak oldukça başarılı bir iş çıkarmış. Ayrıca yazı dizisinin ilk ‘yarısı’nda belirttiği istisna burada geçerli. Cate Blanchett’ın oynadığı karakterlerden birinin ismi Cate değil Shelly. Önemli olmasa da eklemek istediğim ve ilgimi çeken bir not.
Biri ünlü ve zengin, diğeriyse çulsuz iki kuzeni izliyoruz. Jim Jarmusch (JJ.) burada biraz ‘’Kimlikler mi hayatımızı oluşturur yoksa hayatımız mı kimliklerimiz üzerinde etkili olur?’’ sorusuna yönelmiş. Bu kimliklerin, ne kadar yakın olabilme imkanımız olduğu halde bizleri uzak tuttuğunu görüyoruz.
Oldukça oturaklı bir diyalog var Cousins’da. Özellikle ‘’Nice to Meet You’’daki diyalogla kıyaslarsak. Sonuç olarak beğenimi kazanmış başka bir filmcik oldu Cousins.
Jack Shows Meg His Tesla Coil – Jack, Meg’e Tesla Bobinini Gösteriyor

Meg White – Jack White
Evet, yanlışlık yok. Karşımızda Jack ve Meg White. Bir zamanların White Stripes’ını bir filmde görmek bana ne kadar keyif verdi anlatamam. Karşımızda oyuncu tabanlı olmayan bir ikili var ancak pek sıkıntı yaratmamışlar. Cafede oturan iki kişinin tesla bobini inclemesi gibi bir absürdlük var ki daha ne olsun?
Özellikle Jack’in mucit kişiliği ön plana çıkarılmış. Daha çok içindeki meraklı çocuk mucit. Beklenmeyen kişilerin sahip olduğu bilgi birikimi ve bu insanların dinlenmediği veya fikrinin alınmadığı sürece ortaya çıkmaması, çıkamaması. İşte burada Meg, Nikola Tesla’nın yansıması oluveriyor. En azından karşımızda tatmin edici bir film var.
Cousins? – Kuzenler?

Alfred Molina – Steve Coogan
‘Those Things’ll Kill Ya’ ile birlikte en beğendiğim bölüm. Alfred Molina ve Steve Coogan gibi şahane bir ikliyi izleme imkanı buluyoruz. Karşımızda yine absürd bir konu var ve yine ciddiyetle işlenmiş. O ana kadar saygı duyduğum Steve Coogan’ın tavırlarıyla yarattığı soğukluk ve ikiyüzlülük tiksindirici.
‘’Numaramı versem adilik etmiş olur muyum?’’ sorusuna Alfred Molina’nın verdiği ‘’Evet’’ cevabı surat ifadesiyle birlikte büyük bir rahatlama hissettim. Ayrıca filmciklerin genelinden farklı olarak burada kahve değil çay içiyoruz. En izlenesi bölümlerinden biri ‘Cousins?’. Şiddetle tavsiye edilir. Burada ismi geçen yönetmenimiz Spike Lee’nin ‘’Twins’’ bölümündeki oyuncuların kardeşi olmasıysa şaşırtıcı. Açıkcası filmi izledikten sonraki incelemelerim sırasında öğrendim.
Delirium

GZA – RZA – Bill Murray
Neredeyse hepimiz, tüm uyarılara rağmen hayatımızı daha da kötüye götürecek şeyler üzerinde takılıp kalıyoruz. Daima istediğimiz gibi algılıyoruz. İşte Delirium da bu mantık üzerinde yola çıkan bir bölüm. Kahve ve sigaranın da aslında ne acı sonlar üzerine kurulu olduğunu gösteriyor bize. Bir bakıma bütün film serisi boyunca izlediğimiz nice oyuncularla birlikte her seferinde onlarla birlikte var olan kahve ve sigaranın da kişilikleri üzerinde durulmuş. Onlara da birey muamelesi yapılmış.
Bill Murray’i izlemek keyifli olsa ve kendimce alt metinler çıkarabilmiş olsam da pek tatmin olmadığım bir kısım oldu Delirium. Ayrıca RZA’nın beresine dikkat derim.
Champagne – Şampanya 

Taylor Mead – Bill Rice
On bir film arasından belki de üstünde en çok konuşulacak film Champagne. ‘Sanki dünyadan boşanmış gibiyim.’’ diyerek başlıyor diyalog. Hayat bir yerden sonra adeta bizden boşanıyor.  Sonunda hepimiz ‘’Hayatın izini kaybeden’’ bir şarkıyı dinliyoruz.
Sonra hepimiz şu ya da bu şekilde yaşadığımız hayatı kutluyoruz. Kimileri bir kadeh şampanyayla kimileriyse bir kağıt bardak dolusu kahveyle. Aldığımız tadın ise şampanyadan farkı yok. Hiç görmediğimiz 1920’lerin Parisini ve 70’lerin New Yorkunu hayal etmektir hayattan zevk aldıran. ‘’Joi de vivre*’’ olmadıkça ne anlamı var yaşamanın? İki dakikalığına da olsa uyumamanın.
-
Champagne ile birlikte bitiyor filmlerimiz. Günlük hayatın içerisinden kesitlerle yer yer konuya bir anda girerek yer yer baştan sona izliyoruz hepsini. Bütünlüğü olmayan muhabbetler bazen can sıksa da JJ.’in bilinçli bir tercihi olduğunu düşünüyorum. Her bir senaryonun satır araları oldukça dolu bazıları daha da dolu. Sigara içmeyen bünyelerle içenler belki daha farklı hissederler filmi, belki daha farklı özümserler. Ancak Coffee and Cigarettes’in size vereceği bolca şey ve aldıracağını bolca kahve var. Afiyet olsun.
İzleyin, izlettirin, iyi seyirler…
*Joi de vivre: Yaşama sevinci

15.9.12

Coffee and Cigarettes - 1


’Bırakmanın güzelliği; bıraktım… Bir tane daha içebilirim çünkü bıraktım.’’
Yıl 1986, Jim Jarmusch(JJ.), Coffee and Cigarettes isimli bir kısa film çeker. Roberto Benigni ve Steven Wright’ın bir kafede kahve ve sigara eşliğinde diyaloglarına tanık olunur.  Bunu iki farklı kısa film daha takip eder. Ardından JJ. Üzerine sekiz tane daha ekler ve hepsini bölümlere ayırarak birleştirir. Karşımıza Coffee and Cigarettes çıkar. E, müziği, insan ilişkilerini ve göz dolduran oyuncuları içerisinde bulunduran bir bağımsız yapıma kim hayır diyebilir?
Kahve ve sigara gibi bir ikilinin, insanları nasıl bir ortak paydada buluşturduğundan yola çıkar filmciklerimiz. Kahvenin siyahı ve sigaranın beyazının nasıl bir tezatlıkla birbirini tamamladığını izleriz. Her birinde camiasında fark yaratmış ilginç kişiliklere tanık oluruz. Her seferinde farklı satır araları doldururuz. Alt metinler yakalarız. Belki bir-iki tanesi zayıftır ama içine girdikten sonra çok da aldırış etmezsiniz. Her bölümü izlediğim sırayla küçük küçük incelemek istiyorum. Hikayeler arasında herhangi bir bütünlük olmadığı için ve belirli bir olay örgüsü bulunmadığı için ‘’spoiler’’ korkunuz olmasın. Güvenli ellerdesiniz.
Filmleri altı film bu hafta , beş film gelecek hafta şeklinde iki parçaya böldüm. İlk bölüme başlayalım.
Strange to Meet You – Seninle Tanışmak İlginçti

Steven Wright – Roberto Benigni
Yazının başında da belirttiğim ilk film. Karşımızda kafein bağımlısı yabancı Roberto Benigni ve Steven Wright. Giriş için doğru bir seçim bu filmciğimiz. İnsanların neden kahve ve sigaraya bu denli sarıldığını anlamamız için yalnızca bir örnek. Aynı zamanda birbiriyle yeni tanışan insanları muhabbete sevk ettiren özelliğini açık açık görüyoruz. Birbirlerini anlamasalar da konuşabiliyorlar. Anlaşabiliyorlar. JJ. bir bakıma ‘’İşte kahve ve sigara budur. İyi seyirler.’’ diyerek girişi yapmış.
Başlarda alışmam ve filme adapte olmam biraz zaman alsa da devamı akıcılıkla ilerledi. Bölümün sonuyla birlikte de derhal kendime bir kahve hazırladım. Filmin böyle de bir büyüsü  var işte. Roberto’nun başarısından bahsetmeye gerek olmaz umarım.
Twins – İkizler

Cinqué Lee – Steve Buscemi – Joie Lee
Seçkinin ikinci filmciği Twins. Bu bölümde karşımıza çıkan ve ilk andan itibaren yüzüme tebessüm getiren kişi Steve Buscemi. Yanındaysa – yanında diyorum çünkü esas karakterler ikizler olsa da Steve Buscemi onların önüne geçiyor – ikizler. Kötü ikiz ve iyi ikiz ibareleriyle yola çıkan hikayemiz belki de hepimizin içinde bulunan zıt yönlerimizi gösteriyor. Bir tarafımız ‘’Evet’’ derken diğer yanımız ‘’Hayır’’ diyor. Filmde de söylendiği gibi : ‘’Bu işler böyledir öyle değil mi?’’.
Yine de diğer bölümlere göre zayıf bir yapı var Twins’de. Strange to Meet You ve Steve Buscemi’den aldığım heyacanla devam edebiliyorum.
Somewhere In California – California’da Bir Yer

Iggy Pop – Tom Waits
Ekibin, meraklısına en keyifli parçalarından biri Somewhere in California. Iggy Pop ve Tom Waits bey amcalar birlikteler. Filmdeki bir istisna dışında her karakterde olduğu gibi kendilerini oynuyorlar.
Sigarayı bırakmak ve yeniden başlamak arasındaki iç çatışmanın tarafları var karşımızda. Aynı zamanda ironi ve ego. Belki de ilerleme konusunda en çok zorlanan masa bu, filmlerimiz arasında. Hem doktor hem müzisyen olma durumuysa ‘’Tıbbın ve müziğin kesiştiği yerde yaşamak’’ demek. Çok hoş.
Those Things’ll Kill Ya – Bu Şeyler Seni Öldürecek

Joseph Rigano – Vinny Vella
Filmciklerimizin en keyif aldığımdayız. Karşımızda JJ.’in Ghost Dog filminde de rol alan ikilisi Joe ve Vinny var. Kahve ve sigara tüketiminde, insanların vazgeçilmez ‘’Akıl hocası’’ burada karşımıza çıkıyor. Filmciğin ismindeki repliği tekrarlayan bir kimse.
Bu bölümdeki diyaloglar oldukça keyifli. Özellikle mizahi yönü öne çıkarılmış olan İtalyan-Amerikan karakterler kişisel beğenim olduğundan dolayı oldukça başarılı buldum bu bölümü. Dilden dile dolaşan ve herkesin bildiği bilgiler yine de ilginç bir şekilde insanları içmekten alıkoyamıyor. Benim gibi bir bünye için anlaması zor bir mesele. Sigara içenlerin kendilerini daha iyi bulabilecekleri bir bölüm.
Renée

Reneé French
Bütünün en az diyaloglu ve en estetik parçası Renée. İsmini karakterimiz Renée French’den alıyor. Bu alımlı görüntünün, incelediği dergiyle birlikte altında yatan şiddeti anlayabiliyoruz. Film içindeki – İkizlerden sonra – en iyi tezatlardan biri. Beklenenden oldukça farklı bir karakter.
Hakkında neredeyse hiç bilgi bulunmayan Renée French’in durumu ise garsonun devamlı kendisinin kim olduğunu sormasıyla oldukça ilginç bir uyum gösteriyor. Bu durumu anlamam ancak film bittikten sonra kendisinin kim olduğunu öğrenmeye çalışmamla gerçekleşti.
No Problem – Sorun Yok

Alex Descas – Isaach De Bankole
Bu haftaki bölümün son kısmı No Problem. Alex ve Isaach’in girift karakterlerini yansıtan bölümümüz, insanların içindeki endişe duygusunun dışa vurumu diyebilirim. Sorunlarıyla yüzleşmeme veya yüzleşememe hali. Böyle durumlarda sigara içmese bile yalnızca kahveyle eşilik etmeye çalışıp dertlerimize derman bulmak isteyen dostların somutlaştırılması oldukça başarılı. Tabii benim çıkarımlarım bunlar. Belki de JJ.’in hiç böyle bir derdi yok. Sanatın güzelliği de burada öyle değil mi?
İzlediklerim arasında biraz da dikkat dağınıklığının da etkisiyle en çok koptuğum filmcik oldu No Problem. Karakterlerin kendini tekrarlaması da bir etken tabii.
-
No Problem’le birlikte on bir kısa filmlik Coffee and Cigarettes’in ilk altı filmini bitirmiş olduk. Geri kalan beş filmle beraber devam edeceğim. Önemli bir nedeni olmamakla birlikte aynı anda bütün parçaları tek bir yazıya toplamak istemedim. Geri kalan kısımların zaman içerisinde yeni anlamlar kazanabilmek gibi bir özelliği de var.
Şu ana kadar önemli isimlerin çok güzel oyunlarını, keyifli diyaloglarını ve uzunluğuna göre dolu dolu alt metinler yakalayabildiğim bir yapım. Detaylar dikkat çekici. Hepsinin deneyimlenmesinde fayda var.  Coffee and Cigarettes: Bir Bütünün İkinci Yarısı’na beklerim. Afiyet olsun.
İzleyin, izlettirin, iyi seyirler…

28.8.12

Kontroll



''Buradan nasıl çıkılır Bela Amca?'' 
''Bir sürü çıkış yolu var, Bulscu.''

Başlıkta bir sorun yok. Filmimizin adı Kontroll. Macarca’da Kontrol demek. Buradan da anlayacağımız üzere filmimiz Macar filmi. Bu önemli bilgileri vermenin iç huzuruyla birlikte bu haftaki incelememize başlayalım.

Nimrod Antal imzalı filmimiz Budapeşte metrosunun bilet kontrol görevlilerinden Bulscu(Sandor Csanyi) ve ekibi üzerinde duruyor. Ancak odak noktamız Bulscu. Metroda yaşayan bir adam Bulscu. Metroda yatıp metroda kalkıyor. Yukarıya ise hiç çıkmıyor. Bunun nedenini ise film boyunca çok yaklaşsak da tam olarak öğrenemiyoruz. Bize yalnızca çıkarım yapmak kalıyor.

Farklı bir karakter Bulscu. Belki Hollywood filmine ait bir karakter olsa çeşitli allayıp pullamalarla rahatlıkla fenomen olabilirmiş. Daima sessiz. Gerekmedikçe konuşmuyor ancak hep düşünüyor. Belki geçmişini, belki de geleceğini... İçindeyse hep bir korku var. Yukarının korkusu. Yukarıdakilerin hırslarına ve rekabetine yenik düşme hali olabileceği düşündürtülüyor metroda. Ömür boyu boyu çalışıp bir yere gelememe korkusu.Yaşadıkları bir süreç olarak işliyor. Bulscu’nun hikayesinin son evresi. Çıkışa ulaşması için ihtiyacı olan motivi bulma safhası.



Bulscu’nun yanındakiler de oldukça ilginç, bununla beraber doğal karakterler. Hepsi birbirinden farklı. Bu kadar adamın bir araya toplayan ortak paydalar ise kaybeden olmak ve kontrol. Metro ise hepsinin üstünde psikolojik bir baskı unsuru. Bu yolda güçlüler ve güçsüzler birbirinden ayrışıyor. Aşağıda böyle bir yeraltı dünyası olma düşüncesi bile çok ilginç. Belki de yönetmenimizin bir bildiği vardır.

Film sırasında kontrol görevlisi olayının kurmaca olduğunu düşünebilirsiniz  ki böyle olursa yalnız değilsiniz. Ancak 4-5 sene öncesine kadar gerçekten de böyle görevliler varmış. Eklemeden geçmeyelim. Filmin başındaki metro görevlisinin durumu ise oldukça farklı. Dikkat.

Filmin atmosferi ise oldukça başarılı. Kişisel beğenim olan soğuk renklerin hakim olması durumu her sahneden zevk almamı sağladı. Ayrıca genel plan çekimler çok estetik. Metroların yaşanmışlığı ise dikkat edilesi. Bu yönüyle kafalardaki Doğu Avrupa sineması örneği yerli yerine oturuyor. Film boyunca gökyüzünü hiç görmüyor olmamız filmin çizgisine uygun düşse de zaman zaman boğucu oluyor.



Metro görevlilerinin birbirleriyle ve yolcularla olan mücadelesi de filmin ana hatlarından biri. Metroda dolaşan katilin varlığıyla birlikte aynı zamanda gerilim türüne de eğilim gösteriyor. Hatta film hakkında bilginiz yoksa başta gerilim filmi bile sanabilirsiniz. Kontrol ve psikolog sahnelerindeki mizah oldukça başarılı. Filmin tam reaksiyon verebildiğimiz noktaları bunlar. Psikolog sahnelerinin 14 Şubat tarihli incelemem olan Carandiru ile benzerliği ise dikkat çekici. İnsaların dertlerini anlatmak adına hızlı ve başarılı bir yöntem. Ancak filmin tam reaksiyon aldığı sahneler bitti mi bitiyor. Düzenli bir dağılım söz konusu değil. Bir yerden sonra film Bulscu’nun üzerine daha da yoğunlaşıyor. Olması gerektiği gibi mi? Tartışılır.

Sonuç olarak hikayesi yer yer havada kalan bir film Kontroll. Ancak bunun karşısında yaratılan karakterler, atmosfer ve mizahi öğeler çok güçlü duruyor. Psikolojik etkenler ve bu sahnelerdeki müzikler de cabası. Yine de yalnızca meraklılarına tavsiye edebileceğim bir film. Yönetmenimiz Nimrod Antal’ın bu filmle 2004 yılı Cannes Film Festivali’nde ‘’Genç Yönetmen’’ ödülü aldığını da belirteyim. Daha niceleri var tabii.

Bulscu’nun motivini bulma safhası demişken. O da kendi meleğini buluyor.

İzleyin, izlettirin, iyi seyirler...

19.8.12

Quadrophenia


’Ben başkaları gibi olmak istemem. Bu yüzden ben bir modum. Yani bir sınıfa ait olmalısın öyle değil mi? Yoksa denize atlayıp boğulsan da olur.’’ 

Hakkında ön bilgi sahibi olmadan film izlemek pek adetim değildir. Ancak 1979 yapımı Quadrophenia bir istisna oldu. Yalnızca kapaktan yola çıkarak da pek bir yere gelmek mümkün olmuyor tabii. 
1965 İngilteresindeyiz. ‘’Mod’’ ve ‘’Rocker’’ altkültürlerinin tavan yaptığı yıllar. Bir tarafta parka giyip bol aynalı scooterlara binenler. Diğer taraftaysa her biri Grease’den fırlamış olanlar. Daha ne kadar basit açıklayabilirim bilmiyorum. İlginçtir ki, sırf bu nedenlerden dolayı devamlı bir çatışma halindeler.
Karakter tiplemeleri böyle olan filmimiz bu gençliğin kültürel yapısı, yaşam tarzları, aralarındaki çatışmalar ve o yıl Brighton’da yaşanan mod-rocker kavgaları üzerine kurulmuş. Daha doğrusu uyarlanmış.
Phil Daniels - Leslie Ash

Karşımızda İngiliz işçi sınıfının kendi tabakasında bir yere gelme, sınıf atlama ya da en azından öyle gözükme mücadelesi var. Her biri basit işlerde çalışmasına rağmen kendilerini farklı göstermek en büyük istekleri. Bunu çok iyi başardıklarını da finale doğru çok iyi görüyoruz.

Bu karmaşayı biz de bir mod olan Jimmy’nin(Phil Daniels) tarafından izliyoruz. Diğer birçok mod gibi uyuşturucu bağımlısı olan karakterimiz mod olma konusunda oldukça ciddi. Fazla duygusal ve biraz da takıntılı bir karakter. Ancak o da zaman geçtikçe kendini ve hayatını sorgulamaya başlıyor. Her şeyin ne kadar yalan ve boş olduğunu ders ala ala anlıyor. Onunla birlikte biz de kardeşlik sandığımız bu durumun tek taraflı da olsa gerçek olmadığını görüyoruz. Filmde yaşanan olaylardan sonra hepimiz biriz, kardeşiz mesajının verilip verilmeyeceğine dikkat ettimse de pek öyle bir amaç taşımamışlar. Gerçekçi bir bakış açısı olmuş. 



The Who’nun aynı adlı albümü ve rock operasından uyarlama olan filmimiz, müzik üzerine kurulu olduğunu her fırsatta gösteriyor. Bir şarkını başından sonuna kadar çalması gibi normal bir filmde göremeyeceğimiz özellikleri mevcut. Tabii bu durum filme oldukça farklı bir atmosfer katmanı daha eklemiş. Özellikle bazı şarkılar çok iyi oturmuş. Yine de bu duruma alışkın olmayan bünyeler üzerinde zaman zaman boğuculuk yaratabiliyor.
Brighton’da karşımıza çıkan sarışın beyefendiyi tanıdığınızı düşünüyorsanuz yanılmıyorsunuz. Ace Face karakteri Sting’in ta kendisi. Filmin yapımcılarıysa The Who üyeleri. Notlarımızı düşmeden geçmeyelim.
Sonuç olarak, yer yer müzikten boğulacak duruma gelsenizde alışınca ve zevk almaya başlayınca hiçbir problem olmayan bir film Quadrophenia. The Who ile içli dışlı olmayan bünyeler üzerinde etki yaratabilecek bir güce sahip. Ancak biraz ön çalışma ile çok daha zevk alınabileceğini düşünüyorum. Dönem filmi olma konusunda da hakkını vermiş gözüküyor.  Deneyimlenmeli.

Filmin kötü adamınaysa karar vermekte oldukça zorlandımsa da oyumu ‘’Sosyal Sınıf’’lardan yana kullanıyorum.
İzleyin, izlettirin, iyi seyirler…

25.6.12

Chopper


 ”Beethoven’ın da eleştirmenleri vardı…”
Mark Brandon Read, nam-ı diğer Chopper. Avustralya tarihinin en ilginç suçlularından biri. Hayatını ve işlediği suçları anlattığı kitabı ‘’best seller’’ olmuş bir kişilik. Hayatından bir kesitin anlatıldığı, biyografik iddialar taşımayan bir film ve başlıktan da anlayacağınız üzere Eric Bana isimli bir oyuncu. Bayanlar ve baylar, karşınızda: Chopper!
2000 yapımı Avustralya bağımsızlarından bir örnek olan filmimiz ülkemizde ancak 2004 yılında vizyona girmiş. ‘’Neden acaba?’’ diye sormamıza gerek kalmadan karşımıza kocaman bir Truva Atı çıkıyor. Ne tesadüf.
Chopper’ın hapishane yıllarıyla başlayan filmimiz daha ilk anlarda karakterin özelliklerini göstermeye başlıyor. Zaman geçtikçe de kendisinin ne kadar paranoyak bir kişiliğe sahip olduğunu anlıyoruz. Bölümünü değiştirmek için hapishanede kendi kulaklarını kestirten, şüphelendiği kişiyi oracıkta öldüren bir kişilik. Film boyunca da karakterin bu yönü kuvvetleniyor da kuvvetleniyor.

Eric Bana ise rolün altından alnının akıyla çıkmış. Rolü adına fiziksel olarak kendini değiştiren oyuncuları – her ne kadar artık çok kullanılan bir durum olsa da – hep takdir etmişimdir.  Chopper’da da Eric Bana’nın aldığı kilolarla kendini rolüne ne kadar adadığını görebiliyoruz. Özellikle de bağımsız bir film için.
Kariyerine komedilerle ve talk showlarla başlamış bir oyuncu için böyle bir rolün altından kalkmak oldukça zordur. Yapılanların – özellikle de böyle bir karakter ile – her daim absürd gözükme ihtimali vardır. İşte Eric Bey bu konuda oldukça başarılı. Tabii bu sözlerim aktörü önceden tanıyan bünyeler için geçerli. Uluslararası arenada tanıma imkanına erişenler için çok da geçerli olmasa gerek. Hele ki filmografisinin devamında Hulk, Troy/Truva, Black Hawk Down/Kara Şahin Düştü, Munich/Münih gibi örnekler varsa.

Yönetmenimiz Andrew Dominik’in filmdeki üslubu oldukça hoş. Yer yer çok başarılı anlatım teknikleri kullanılmış. Takdir edilesi noktalardan biri. Video klip tabanlı olduğunu buralardaki kısa, hızlı ve öz anlatımından anlayabiliyoruz. Ancak yer yer boğucu atmosferler yaratıldığını da söylemeden geçemeyelim. Özellikle de filmin başındaki hapishane sahneleri ve ortalara doğru gelen Bojangles sahnelerinde filmi durdurup evin içerisinde biraz dolandım. Atmosferin diğer bir yönüyse kullanılan renk paleti ve ışıklandırmalar. Her filmde görebileceğiniz örnekler değil bunlar. Hoş.
Filmi izledikten sonra ise karakterin kendisi hakkında ve yaşanan olaylar hakkında her ne kadar doğru olma olasılığı yüksek olsa da kesin yargılara varmanızı tavsiye etmem. Halihazırda paranoyak bir suçlunun yaşadıklarıyla yazdıklarının birbirini tutmayacağı aşikar. Bir de uyarlama senaryo devreye girince karşımıza farklı bir Chopper çıkmış olabilir.

Karşılaştığımız ‘’Sammy the Turk’’ karakteri ise ilginç bir tesadüf. Duyduğumuz Türkçe küfürler ise daha da ilginç bir tesadüf. Filmin sonunda özellikle bekledim ancak oyuncu Türk değilmiş. Bu da kayıtlara geçsin.
Mark Brandon Read’i tanımayan bünyeler üzerinde Eric Bana’nın benzerliği çok da önemli bir etken değil tabii ancak merak edenleri buradan alalım. Bence bu çocuk olmuş.
Sonuç olarak, çok göz dolduran bir hikayeye sahip değil Chopper. Zaten izledikten sonra aklınızda filme dair en büyük etken olan Eric Bana’nın oyunculuğu ve Chopper karakterinin kendisi kalıyor. Karşımızda Chopper’ın kişiliğine odaklanmış bir film var. Kendisine Hollywood’un kapılarını açmasıysa şaşırtmıyor. İlginçtir ki yönetmenimiz Andrew Dominik için aynı durum söz konusu değil. Bu filmden ancak yedi yıl sonra The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford/Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikasti’ni yönetmiş. Karma bu olsa gerek.  Yine de Avustralya bağımsızlarından ilginç bir örnek izleyeceğinizi garanti edebilirim.
Filmin kötü adamı ise Mark Brandon ‘Chopper’ Read’in ta kendisi. Eklemeden geçmeyelim.

3.4.12

Carandiru

“Vicdan için bir tedavi var mıdır doktor?”
“Eğer olsaydı herkes isterdi.”
Eski dergileri karıştırırken denk geldim Carandiru’ya. Hapishanede geçen hikayelere karşı olan ilgim nedeniyle izlemeye karar verdim. Baktım ödüller var, Brezilya yapımı, orada bir yerde Cannes yazıyor ve oldukça etkileyici bir afişi var. Beklenti tavan yaptı doğal olarak. Prensiplerimin dışına çıkarak yüksek beklentiyle başladım Carandiru’ya. İnceleme sırasında ”spoiler” olarak tabir edilen ve film hakkında bilgi veren içeriklerle karşılaşabilirsiniz. Ben uyarımı yapayım.
Hector Babenco imzalı, 2003 yapımı bir film Carandiru. 1992 yılında AIDS’i önlemek üzereye hapishaneye gönüllü olarak gelen Dr. Drauzio Varella’nın anılarını kaleme aldığı kitabından uyarlama. Anlayacağınız, elimizde çok sağlam, dramatik bir ham madde  var.
Doktorumuzun gelişiyle birlikte mahkumları tanımaya başlıyoruz. Bazılarının AIDS konusundaki rahatlığı ise dikkat çekici. Mahkumları tanımaya başlamamızla birlikte hikaye içinde hikayeler yavaş yavaş geliyor. Doktor da onları tanımak için yanıp tutuşan bir turist edasıyla sorular soruyor. Zaten doktorun hapishanedeki yeri turist olmanın ötesine geçemiyor.


Hapishanedekilerin hikayelerini öğrenmek keyifli. Bir OZ edasıyla izliyoruz. Ancak dakikalar ilerliyor, ilerliyor, ilerliyor… İsyan üzerine kurulmuş bir film beklerken mahkumlara odaklanmış bir film olduğunu anlamakta ne yazık ki gecikiyorum.  Sorun değil izlemeye devam.
Bu sırada Türkiye ve Brezilya arasındaki yargı benzerliği hemen fark ediliyor. Yıllardır hakimin kararını vermesini bekleyenlerden tutun da çıkması gerektiği halde çıkamayanlara kadar. Machuca ve This is England gibi burada da memleketime benzer bir nokta buldum. Keşke takdir edebileceğim bir nokta olsaydı.
Filmde isyan halinin başlamasıyla birlikte belgesel kulvarına geçiyoruz. Başından beri var olan çizgisinin değişmesi biraz sıkıntı yaratmış. Bira onu deneyeyim, biraz da şundan bakayım diyen açık büfe meraklılarına dönmüş. Filmin belki de en önemli problemi doktorun romanından alınan ham maddenin işlenmeden verilmiş olması. Kitap hakkında bilgim yok ancak başka bir açıklaması varsa balon senaristlerin elinde patlar.  Bize hikayeleri anlatılan öne çıkarılmış mahkumların bazılarının sonunun ne oluğunu göremeyince hoş olmuyor.
Kitabın içeriğiyle birlikte eklenenler olsaydı çok daha başarılı bir iş ortaya çıkabilirdi. Bu şekilde ”ben bugün bunu öğrendim” durumuna getirerek bir kısmında bizi içine alan o güzelim atmosfer yer yer izleyiciyi turiste çeviriyor. Bunun sebebi ise doktorun varlığı.
Filmin son bölümlerine doğru oldukça etkileyici ve içi dolu sahneler mevcut. Takdir edilesi noktalar bunlar. Polisin mahkumlara karşı birikmiş kin duygusunu kustuğu sahneler, toplumun verdiği kimliklerin ve vardırdığı noktaların aslında ne kadar yalan ve yozlaşmış olduğunu  anlamamızı sağlıyor. Belki de mahkumlar polis olsa yapmayacaklarını polisler mahkumlara yapıyor. Gerçi, etiketler değil midir insanları değiştiren? Özellikle de Brezilya favelaları arasında yetişmiş kaybedilmiş gençlik karşısında.

Filmin afişi ise bahsi geçen sahnelerdeki gibi oldukça etkileyici lakin şöyle bir problem var ki filmin son 20-30 dakikası arasında gerçekleşen bir olayın bütün filme mal edilmesi yoldan geçen izleyicinin kandırılması demek. Ben içimdekini söyleyeyim de.
Sonuç olarak, hapishane yaşamının ve atmosferinin çok iyi yansıtıldığı, isyanın ve mahkum hayatlarının etkileyici olduğu bir film Carandiru. Uyarlama konusundaki sıkıntısı ise bence ele avuca sığmıyor. Yönetmenimiz kendinden bir şey kattıysa bile ne yazık ki anlaşılmıyor. Hapishane atmosferine meraklıysanız, bir de üstüne Cidade de Deus’u (Tanrıkent) izlemişseniz kendinizi alıkoyamıyorsunuz. Zaten bu iki yapımı deneyimlemiş bünyeler üzerinde hafif bir Brezilya korkusu oluşabilir. Hayat ne yazık ki Copacabana plajlarından ibaret değil.
Konuya meraklı bünyeleri buradan alalım. Ne yazık ki sadece İngilizce.
Filmin kötü adamları ise ”Uyuşturucu ve Polis”. 14 Şubat günü yayınlanan bu yazımda biraz daha iç açıcı bir filmle karşınıza çıkmak isterdim ancak merak etmeyin, insanın doğasında her daim bulunan aşk duygusu burada da mevcut.
İzleyin, izlettirin, iyi seyirler…

15.3.12

Machuca



 ‘’Beş sene içinde, arkadaşlarının nerede olacağını biliyor musun? Üniversiteye başlayacaklar ve sen de tuvaletleri temizleyeceksin. On yıl sonra ise, arkadaşların babalarının şirketlerinde çalışıyor olacaklar ve sen hala tuvalet temizliyor olacaksın. On beş yıl sonra, arkadaşların babalarının şirketlerinin sahibi olacaklar ve sen? Tahmin et ne yapacaksın. Hala tuvalet temizliyor olacaksın.’’

41. Antalya Altın Portakal Film Festivalinde açılış filmi olarak gösterildikten sonra vizyona giren Andres Wood imzalı filmimizin ismi Machuca diye yazılır ‘’Maçhuga’’ diye okunur. Ana karakterlerin çocuk olması sebebiyle geçtiğimiz
incelememdeki This Is England ile benzerlik taşıyan bir yapım Machuca. Tamamen tesadüfi olduğunu da eklemeden geçmeyeyim. Ayrıca bu yazı film hakkında bilgiler içerebilir. Dikkat edin.


Salvador Allende’nin sosyalist hükümetinin iktidarda olduğu yıllar. Sosyalizmin getiri ve götürüleriyle Şili tam bir değişim halinde. Özel bir katolik okulunun müdürü Peder McEnroe da bu değişime kendi okuluyla katılıyor. Fakir çocukları kendi okuluna getiriyor. İşte filmimize adını veren Pedro Machuca da hikayeye burada dahil oluyor. Bundan sonra da Gonzalo ve Machuca’nın dostluğu oluşmaya başlıyor.
Gonzalo ‘’Made in Germany’’ yazan Adidas ayakkabılarıyla Şili’nin kapitalist yüzünün aynası. Tam bir gözlemci. Olaylara müdahele etmek yerine izlemeyi tercih eden, sesini çıkarması öğretilmemiş bir çocuk. Tıpkı toplumdaki değişimlere sırf kendini bulaştırmamak adına sesini çıkarmayan, tek derdi değişen dünyada kendi küçük hayatını muhafaza etmek isteyenler gibi. Ancak diğer çocuklardan farklı olarak olan bitenin farkında olan bir çocuk. Sesini çıkarmak için yanıp tutuşan bir çocuk. Bu sırada siyasi ve toplumsal gerginliklerin etkilerine rağmen Machuca ile arkadaşlıkları gelişiyor.

Matias Quer - Ariel Mateluna

Gerginliklerin okula olan etkisinde velilerin çatışmasını da görmeden geçmiyoruz elbet. ‘’Böyle konularda da hep çocukları kullanıyorlar.’’ diyenler olacaktır. Ancak çocukların kullanılması Machuca için çok doğru bir seçim. Bu sayede film boyunca toplumun, bir çocuğun gözünden nasıl bir değişim gösterdiğini görebiliyoruz. 73 Şili'sinin her iki tarafını ve bu taraflarda yetişmiş iki çocuğun belkide büyüklerin dünyasında yaşanması mümkün olmayan arkadaşlıklarını izleyebiliyoruz. Evet, işte bu nedenlerden dolayı çocuklar var ve olmaları da güzel.  Dünyada her şey değişirken yalnızca kendi dünyalarında yaşayan ve çıkar gözetmeden yalnızca insan olan çocuklar.

Bu süreç içerisinde Gonzalo da Pedro’nun hayatını deneyimleme imkanı buluyor. Küçük adımlarla cinselliği keşfediyorlar. Tesadüfe bakın ki Gonzalo da This Is England’daki Shaun kadar iyi öpüşüyor.


Bu olaylar yaşanırken Şili tarihinde hiç de iyi anılmayan 73 darbesi gerçekleşiyor ve Pinochet diktatoryası başa geliyor. İşte bu anlarda dünyanın neresinde olduğunuzun fark etmediği insana düşündürtülüyor. Benzer durumları yaşamış bir ülkenin tarih bilinci olan vatandaşlarına çok tanıdık gelen olaylar. Sonuç mu? Bir umut hayatlarının değişeceğini düşünen fakirlerin dünyası yeniden çöküşe geçiyor, postallar altında eziliyor. Zenginlerse umutsuzluğa kapıldığı yıllardan daha zengin, daha mutlu ve daha fazla ‘’mobilya’’ ile çıkıyor. Ne tezat ama. Darbeden sonra okulda uzun saçlı öğrencilerin saçlarının kesildiği sahneler nedense çok tanıdık geldi ama bilemedim şimdi.

Şilinin yakın tarihiyle ilgilenen, siyasi gelişmelerin topluma olan etkisinin başarılı bir şekilde yansıtıldığı bir film Machuca. Değişimi çocukların gözünden gösteren ve fazla taraf tutmadan seçimi size bırakan bir film. Olaylara yaklaşımındaki romantik ancak bir o kadar da gerçekçi olan tavrı finale doğru tavan yapıyor. İzledikten sonra oturup bir süre düşünmenize neden oluyor ve vermek istediklerini verip, ödüllerini topladıktan sonra bir kenara çekilip gerisini size bırakıyor. İşte bu nedenlerden dolayı bu yazıyı yazan kişi Machuca’yı deneyimlemenizi salık veriyor.

Filmimizin kötü adamı ise ‘’kapitalizm ve Pinochet’’ . Ben ayrıca sonradan gelen okul müdürüne takıldım. Gerisi size kalmış.

Bu yazıyla birlikte yakın tarihi merak eden sevgili insanları buradan alalım.

İzleyin, izlettirin, iyi seyirler...

4.3.12

This Is England - Burası İngiltere




-''Bazıları bize Nazi diyor. Biz Nazi değiliz. Hayır, biz milliyetçileriz. İşte insanların bizi bu şekilde sınıflandırmaya çalışmasının bir nedeni var ve bu tek bir kelimeyle açıklanabilir baylar: Korku.''

*Bu yazı ‘’spoiler’’ olarak tabir edilen, okuduğunuzda filmde yaşanan olaylar hakkında bilgi sahibi olabileceğiniz ve buna bağlı olarak yazara çeşitli lanetler gönderebileceğiniz unsurlar içerebilir.

,Bir süredir aklımda olan ancak bir türlü izleme fırsatı bulamadığım bir film This Is England (Burası İngiltere). Şu sıralar Iron Lady filminde Meryl Streep’in canlandırdığı Margaret Thatcher’ın iktidarda olduğu yıllar. Britanya, Falkland Adaları için Arjantinle savaşta. Zaten filmimiz de o döneme ait görüntüler ve Toots & The Maytals grubunun ‘’54-46 was my number’’ gibi muhteşem bir şarkıyla ‘’motor’’ diyor. Sırf bu dakikalar bile insan üzerinde film için müthiş bir merak uyandırıyor.

Filmde beğenimi kazanan ilk noktalardan biri renk paleti, bir diğeri ise görüntüydü. Dönemin yaratılması ve kostümler ise oldukça başarılı. Bu unsurlarla dönem filmi estetiğine giriş, konu 101 tamam. !?!

Thomas Turgoose - Joseph Gilgun

Karşımıza 12 yaşında, başucunda babasının fotoğrafıyla uyuyan Shaun karakteri çıkıyor. Bilmiyorum, belki beklentilerim yüksekti ancak Thomas Turgoose’un ilk andan beri bir şeyler vaadettiği anlaşılıyor. Yazının başında da bahsettiği gibi film o dönemin siyasi ve askeri problemlerinin topluma etkisi üzerinde durmuş. Bu konudaki ilk bağlantıyı Shaun’un babasının Falkland’da ölmüş olduğunu öğrenerek kuruyoruz. ‘’Ah yapma işte bunu’’ tepkisi vereceklere söyleyeyim; bu durumu filmin ilk dakikalarında öğreniyorsunuz.
Yalnız bir çocuk Shaun. Dalga geçilen, itilip kakılan, bulunduğu yeri ve zamanı sevmeyen bir çocuk. Woody ve saz arkadaşlarının oturduğu tünele girdiğinde yeni bir belanın daha geldiğini düşünüyorsunuz ancak davranışlarıyla en beklenmedik yerlerde sevginin bulunabileceğini gösteriyor film bize. İşte bu tanışmadan sonra Shaun kendini ait hissetiği, kabullenildiği bir grubun içinde buluyor.Onlar gibi olmaya çalışıyor. Kişiliğinden kıyafetlerine kadar tam anlamıyla metamorfoza giriyor. Ne hoş.
Buraya kadar milliyetçiliği birkaç duvar yazısı dışında bir yerde hissedemezken Combo karakterinin gelişiyle trenimiz rayına oturuyor. - Snatch filmiyle geniş kitlelerce tanınmaya başlanan Stephen Graham daha ilk dakikalarda bize nasıl bir oyunculuk göstereceğinin ipucunu veriyor. – İşte bundan sonra milliyetçilikten şovenizme geçen olaylar silsilesi başlıyor. Film, bir bakıma Combo’dan önce ve Combo’dan sonra olarak ikiye bölünüyor. Ah şu ‘’Paki’’ lafı yok mu.

Stephen Graham - Combo

Karşımızda İngilterenin refah seviyesinin yüksek olduğu yıllardan sonra işsizlik, işçi sınıfı ve göçmen oranının artması sebebiyle ortaya çıkan aşırı milliyetçi bir bakış açısı var. Meselenin çıkış noktasını göçmenlerde görüp, olayın sadece İngiliz olmakla ilgili olduğunu sanan.
‘’12 yaşında bir çocuğun bu işlerle ne işi olur?’’ diyenler cevabım: Ne işi olsun? Varsın yoksun türlü eylemlerle dolduruluyor, kullanılıyor. Aslında dolduruluyor yanlış bir kullanım. Boşaltılıyor. Babası nedeniyle içinde birikenler boşaltılıyor. Bir bakıma baba şefkatini ararcasına büyüklerin peşinden gidiyor. Ancak çocuk, her yerde çocuk. Yalnızca daha cesur ve daha olgun bir çocuk. Herkesin hakaretler yazdığı duvara kendini adını yazmasını, her an gülmesini bilen bir çocuk.
Peşinden gidilen ideolojilerin ikiyüzlü bir şekilde kullanımı ise dikkat edilesi. Siz değil miydiniz çalışıp ekmeğini kazananlara başımızın üstünde yeriniz var diyen? Yine de filmin amacı bir bakıma ideolojileri kötülemek değil, meselenin temelini ele almak. Ancak bu konuda Shaun’u ne kadar temellendirebilirsek Combo bir o kadar havada kalıyor. Hapishane geçmişi dışında yaşadıklarını bilmediğimiz için yaptıklarında sebep-sonuç ilişkisi kuramıyoruz. Bu nedenle Combo karakteri dışarıdan gözlemleyebildiğimiz ancak bir türlü içine giremediğimiz birine dönüşüyor. Ne var ki dikkat etmeyenlerin gözüne kolay kolay çarpacak  bir durum değil.

Filmimizin son iki sahnesi ise dikkatle izlenesi, üzerine bir daha izlenesi, müzikleri ise keyifle dinlenesi. Evet, müzik konusuna girmişken belirtmeliyim ki o dönemden kopup gelmiş oldukça başarılı müziklerle seyir zevkim tavan yaptı.

Bir dönem İngiltere'sini ve o dönemdeki idolojiyi oldukça başarılı yansıtan bir film This is England. Meseleyi eleştrimekle beraber meselenin temeline de inmeye çalışmasıyla takdir edilesi. Bazı yan karakterlerin eksik yansıtılması gibi bir problemi olmasıysa sıkıntılı bir nokta. Oyunculuk ise genel itibariyle çok başarılı ancak Thomas Turgoose ve Stephen Graham’de uçuşa geçiyor. Bağımsız bir yapım olması ise sabası. ‘’Öeh, bunu izleyeceğine American history X izle.’’ diyen beyinlere karşı lütfen çok kötü davranmayınız. Onlar da insan.

Adet olduğu üzere birkaç küçük not eklemek gerekirse: 1983 yılında geçen filmin, yine aynı oyuncularla çekilen This is England ’86 ve This is England 88’ isimli iki dizisi de mevcut. Ancak ikisi hakkında da herhangi bir fikrim yok. Film, sonunda çıkan ‘’Sharon Turgoose’un anısına’’ yazısıyla Thomas Turgoose’un filmin çekimleri sırasında vefat eden annesine adanmıştır. Filmimizin kötü adamı ise ''ırkçılık''.
Son olarak, ırkçılık sebebiyle hayatları alınan tüm insanları saygıyla anarak bu incelemeyi de noktalıyorum.

İzleyin, izlettirin, iyi seyirler...

12.2.12

Joyeux Noel - Ateşkes


*Bu yazı ‘’spoiler’’ olarak tabir edilen, okuduğunuzda filmde yaşanan olaylar hakkında bilgi sahibi olabileceğiniz ve buna bağlı olarak yazara çeşitli lanetler gönderebileceğinz unsurlar içerebilir.

Christian Cairon’un gerçek bir olaydan esinlenerek hem yazıp hem yönettiği, 25. Uluslararası İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilmiş ve Avrupa  sinemasının öne çıkan isimlerini kadrosunda barındıran ‘’popüler’’ olarak tanımlayabileceğimiz bir film Joyeux Noel. Zaten bu durumu, okyanusunun öbür tarafından aday olduğu ödüllerle de anlayabiliriz. 
Yıl 1914, I. Dünya Savaşı, Fransa. Sol köşede kırmızı pantolonlarıyla Fransız ve damalı şapkalarıyla İskoç askerleri, sağ köşede sivri mğferleriyle Alman askerleri. Görevleri; büyüklerinin emirleri doğrultusunda birbirlerini yok etmek. Ancak işler hiçte öyle gelişmiyor.




Filmimizin barış ortamı müzik, noel, futbol gibi birtakım değerler üzerinden sağlanmış. Bu değerlerin insanlığımızı farkedebilmemiz adına nasıl bir aktivatör olduğu üzerinde durulmuş. Ancak bu durum sadece o cephede sıkışıp kalıyor. Aksi takdirde filmin barışın kaynağının batı olduğunu gösterdiğini söylemekten başka şansımız kalmaz. Doğu-batı ekseninde hiçbir şey ifade etmiyor. Yavan geliyor. Dinin birleştiriciliği üzerinde durulmuş ancak yanlış ellerde nasıl şeytani bir araç olduğu da gösterilmeden geçilmemiş. Bu nokta takdir edilesi. Yahudi bir Alman komutan ise güzel bir ayrıntı. Zaten böyle küçük ayrıntılar filmin içerisine serpiştirilmiş vaziyette.
Piyasada dolanan savaş filmlerinden farklı bir film Joyeux Noel. Birbirini öldüren insanları izlerken ‘’Peki ya dostluk?’’ diyen saf bir çocuk adeta. Evet, belki saf ama haklı bir çocuk. Yine de bu yönü bazı sahnelerde fazla lirik, fazla saf. Ancak ismi ‘’Mutlu Noeller’’ olan ve cephede geçen kaç film var ki? 
Diane Kruger - Gary Lewis
Cephede yaşananlar öğrenilince bölükler dağıtılıyor ve yerleri değiştiriliyor. Her zaman büyüklerimiz birbirine üstünlük sağlayacak, kendini haklı çıkaracak diye savaştırılan insanlar bulunur öyle değil mi? 
Filmin takdir edilesi yönlerinden biri dilin kullanımı. Herkesin İngilizce konuştuğu vurdulu kırdılı filmlerin yanında çok doğal ve çok doğru olmuş. Bu nedenle filmi orijinal haliyle altyazılı olarak izlemenizi şiddetle tavsiye ederim.
Olayların tarafsız bir şekilde anlatılması sebebiyle her olayı üç farklı açıdan görüyoruz. Bu nedenle bir oradayız bir burada. Herhangi bir karakterin tarafının tutulmamasının sonucu olarak, kendini bir karakterle özdeşleştirmeye alışkın bünyeler üzerinde bir süre ‘’kimsesizlik’’ hissi yaratabilir. Bu durum sıkıntı yaratsa da sonlara doğru kendinizi yöneticilerin karşısında yani askerlerin hemen yanında buluyorsunuz. Yine de karakterlerin derinlikleri konusunda sıkıntı var.
İngiliz ve Alman askerlerinin 1914'de çekilmiş fotoğrafı
Filmdeki tek kadın olmasından mı, filmin çoğunlukla cephede geçmesinden midir bilinmez Diane Kruger’ı film boyunca sevemedim. Çoğu sahnede sırıtıyordu. Esinlenen konuyla alakası olmadığını söylemeden geçmeyelim. Yönetmenin yalnızca 1914 ylında gerçekten kocalarını ve sevgililerini görmeye giden kadınların olduğunu öğrenmesiyle kadroya dahil olmuş. Ayrıca yaratılan bütün karakterler kurgu. Evet bir tenor varmış ama Nikolaus Sprink değil.
Artılarının yenında eksileri de olan ancak deneyimlenmesi gereken bir film Joyeux Noel. Her ne kadar hayal etmesi güzel unsurlar içerse de pratikte elinizde pek bir şey kalmıyor maalesef. Bütün yazı boyunca ‘’savaş filmi’’ dedim. Soran olursa, siz ‘’barış filmi’’ diyebilirsiniz. Filmimizin kötü adamıysa ‘’Geçit törenlerinde yürüyüp şampanya içen, şişman ve doymuş adamlar’’.
Bu yazıyı okuduktan sonra merak duygusuna kapılan tarih severleri buraya alalım. Ne yazık ki sadece İngilizce.
İzleyin, izlettirin, iyi seyirler…

1.1.12

Yeni Yılınız Kutlu Olsun! - 2012



İnaktiflikten yazma gücümü kaybediyormuş gibi hissetmeye başladığım şu günlerde en azından bir yeni yılınızı kutlayayım dedim. Umarım en kısa zamanda yeni paylaşımlarla güncellenme imkanımız olur. 

Geçen yılbaşında olduğu gibi en iyi yeni yıl filmleri gibi bir liste yok elimde ama üzülmeyin içerisinde envai çeşit Muppet Show karakteri olan bir fotoğrafım var. Oradan ''Boooo!'' seslerini duyabiliyorum. Neyse.

Gelelim bu senenin vaatlerine. Filmin Kötü Adamında yıl içerisinde çeşitli değişiklikler ve yenilikler yapılmasını planlıyorum - gerçekten çok önemli vaatler - bakarsınız ileride bir gün yazılarımızın yanında videolarımızda olur. Hem okuma hem izleme imkanı bulursunuz. ''Hem kimmiş lan bu herif?'' diyen varsa görmüş olur. Yazılarda filmlerin yanında karakter veya aktör incelemesi olabilir. Temalar değişebilir, yeni dost siteler çıkabilir. Olabilir de olabilir. Bu arada bazı cümleleri 1. tekil kişiyle bazı cümleleri de 1. çoğul kişiyle yazıyorum ama normalim yani sıkıntı yok.

Sözün özü bizi izlemeye devam edin. İzleyin, izlettirin, iyi seyirler...

Yeni yılınız kutlu olsun efendim!