''When you have to shoot, shoot. Don't talk.'' - Tuco

30.1.11

Trainspotting

Sitenin renginede tam uydu

Irvine Welsh'in aynı isimli romanından uyarlanan bir film Trainspotting. Çoğu uyarlamada olduğu gibi Trainspottingde de film kitabın önüne geçmiş ve kitabın popülerliğini arttırmış. Bende kitabı olduğunu filmden sonra öğrendim gerçi o benim ilgisizliğim ama durum bu.

Başlamadan önce Trainspotting'in ne olduğunu açıklamalıyım sanırım çünkü Türkçesi henüz bulunamamış bir sözcük. Trainspotting bir oyun, bir hobi. Bir tren istasyonuna oturup gelen geçen trenlerin numaralarını yazarak icra ediliyor. Ta ki ülkedeki bütün trenleri görene kadar. Tabi yazmadan resim çekilerek de icra edilebilir. ''e kardeşim bunun filmle ne alakası var?'' derseniz açık söyleyeyim: bilmiyorum, anlamadım. Belki de başka bir anlamı varda ben sadece oyun olanını bulabildim.


Film uyuşturucu filmi genellemesine aslında dahil değil. Gerçi bu durum izleyiciye göre değişkenlik gösterir ama bir Requiem for a Dream kadar değil. Uyuşturucu o zamanki İskoç gençliğinin kaçış yolu denebilir. Gençlik işsiz, boş ve yıllardır İngiltere gibi sömürgeci bir ülkenin gölgesinde yaşamaktan bıkmış durumda. İşte bu durumdan bir an olsun kaçabilmek için uyuşturucu kullanıyorlar. Zaten bu durumu anlayabilmek için filmi pür dikkat izlemenize gerek yok. Renton bir sahnede bize oldukça güzel bir dille anlatıyor.

Seçimlerle başlıyor her şey. Hayatı seçmek, işini seçmek, arkadaşlarını seçmek. İnsanları kendisi yapan bir o kadar da uzaklaştıran etkenler. Şimdi diyeceksiniz ''nasıl ikisi birden olur lan saçmalama.'' ancak durum aynen böyle. fiyakalı bir okuldan mezun olmadıkça işsiz kaldığınız bir dünya bu. - ne kadar benziyoruz değil mi? -


Her şey kahramanlarımız Renton(Ewan McGregor), Spud(Ewen Bremner) ,Begbie (Robert Carlyle), Sick Boy(Johny Lee Miller) ve Tommy(Kevin McKidd) etrafında işliyor. Bir kesimin uyuşturucu almak için kullandıkları bir kaçış noktaları var. Burada toplanıyor, uçuyor ve her şeye kaldığı yerden devam ediyorlar. İşsizler, güçsüzler, orada burada yatıyorlar. İhtiyaçları ise para ve uyuşturucu. Tabi birde ''O zehiri ne vücuduma alacağım diyen bir ekip var.'' ki en basitinden sigara konusunda bile herkesin karşılaşabileceği bir cümle - benimde tepkim aynen böyle -

Filmde Diane ile Renton'ın ilk karşılaştıkları sahnede aralarında geçen ve bana çok yakın bulduğum bir replik var ve bunu göstermeden edemeyeceğim:

''Do you find that this approach usually works, or, let me guess, you've never tried it before. In fact, you don't normally approach girls, am I right? The truth is that you're a quite, sensitive type but if I'm prepared to take a chance I might just get to know the inner you: witty, adventurous, passionate, loving, loyal, a little bit crazy, a little bit bad, but, hey, don't us girls just love that?''
 
Filmi başarılı kılan en önemli etkenlerden biri her şeyin izleyiciye 
göre değişebilir olması. Kimi der ki: ''Bu film uyuşturucuya özendiriyor 
cık cık cık.'' kimi de: ''Şunu izlede aklın başına gelsin uyuşturucu 
neymiş gör.'' Tabi film uyuşturucu filmi değil ama etkilerinden biri 
de bu ki bana sorarsanız durum şöyle önce uyuşturucuya özendiriyor 
hem de ciddi ciddi acımadan özendiriyor hatta: ''En iyi orgazmını 
düşün, şimdi onu binle çarp'' gibi bir replik geçiyor ki patlama anı. 
Ancak sonrasında gelişen olaylarda hiç de böyle bir durumun söz konusu 
olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Yani o orgazmın bin katını 
yaşarsın ama bir o kadar da kötüsünü yaşamaya hazır mısın?


Şimdi şöyle yapın: Clockwork Orange'dan biraz alın, Requiem for a Dream'den biraz alın, şahane bir yorum, güzel müzikler ekleyin. Karıştırın. Alın size Trainspotting. Tabi bu söylediklerimi çakma, çalıntı gibi sözcüklerle bağdaştırmayın. Sadece aklınızda canlanması için söylüyorum. Yoksa oldukça farklı bir havası, hikayesi ve konusu var. Fakat Ewan McGregor'ın Clockwork Orange'daki Malcolm McDowell ile olan benzerliği dikkatimi çekmedi değil.

Filmi özellikle izlemek istememin nedeni ''tam benim tarzım.'' dememdi. Tabi bu tarzın tamamen Ewan McGregor'ın soğuk renklerin hakim olduğu bir İngiliz filmi resmini görmemden ve altında da Trainspotting yazısını görmemden oluştuğunu söylemem lazım.

Danny Boyle tam anlamıyla döktürmüş. Müzik seçimleri çekimler çok hoş. Film neredeyse durmuyor. Devamlı bir hareket hakim. Sıkmıyor. Birkaç kere baymadan izleyebilirsiniz. Zaten 1,5 saat gibi kısa bir süreye sahip.


Film seçimlerle başladığı gibi seçimlerle bitiyor. Başta eleştirdiği seçimleri seçerek noktayı koyuyor. Bu içi boş düzene oturmayı kabulleniyor ki burada içi boş düzenden kastımı şöyle açıklıyor:

''So why did I do it? I could offer a million answers, all false. The truth is that I'm a bad person, but that's going to change, I'm going to change. This is the last of this sort of thing. I'm cleaning up and I'm moving on, going straight and choosing life. I'm looking forward to it already. I'm going to be just like you:
the job, the family, the fucking big television, the washing machine, the car, the compact disc and electrical tin opener, good health, low cholesterol, dental insurance, mortgage, starter home, leisurewear, luggage, three-piece suite, DIY, game shows, junk food, children, walks in the park, nine to five, good at golf,
washing the car, choice of sweaters, family Christmas, indexed pension, tax exemption, clearing the gutters, getting by, looking ahead, to the day you die.''

İşte size içi boş düzenin içi boş istekleri.



Film çok sağlam göndermeler, ironiler, müzikler, oyunculuklar barındırıyor. ''Danny Boyle iyi lan.'' dedirtiyor. Bir de şunu ekleyeyim Irvine Welsh'in Trainspotting karakterlerinin 30 lu yaşlarını anlattığı Trainspotting 'in devamı niteliğinde Porno isminde bir romanı varmış. Meraklılarını duyurulur.

İyi seyirler...

24.1.11

Citizen Kane - Yurttaş Kane


Belki de Orson Wells'in 1941 yapımı Citizen Kane'i hakkında konuşmak için erken. Sonuçta herkesin ''başyapıt'',''yüzyılın en iyi filmi'' gibi sıfatlar eklediği bir filmden bahsetmek, yorumlamak kolay değil.

Filmleri farklı bir bakış açısıyla izlemeye çalışıyorum. Daha doğrusu bakış açısının değiştirmekten ziyade filmi gerçekten izlemeye çalışıyorum. Citizen Kane'de bu çalışmadaki ilk filmim.

Citizen Kane bir devin yükselişini ve çöküşünü geniş bir özet vererek başlıyor. Kane'in o kadar büyük bir serverete sahip olmasına rağmen sadece Inquirer gibi küçük bir gazeteyle işe koyulması ve ezilenlerin sesini duyurma, halkın ilgilenmediği ya da belirli bir kesimin halka vermediği olayları halka göserme çabası kane'in gençlik yıllarındaki en büyük arzusu, özelliği. Belki de sadece bu durum Kane'e sonradan vurulan Komünist damgasını destekler nitelikte. Fakat Kane'in geleceği bu durumla bağdaşlaşmıyor ya da bana öyle gelmedi.


Film boyunca Kane'in hayatını, başarılarını, kaybedişlerini hep başkalarından dinliyoruz. Bu nedenle Kane bize hep uzak bir karakter olarak kalıyor. Film boyunca yalnızca ailesinin yanından ayrıldığı sahnede gerçek Kane'i görüyoruz. Kane ailesinin yanındayken Kane, oradan sonra artık Mr.Kane (Bay Kane). Kane'i bankacısı Mr.Tatcher, yakın dostu Jedediah Leland, Xanadu'daki uşağı, Eski eşi ve dergi müdürü Bernstein'in göznden görüyoruz. Hepsi Kane'in farklı özelliklerinden bahsediyor. Hepsi de Kane'i farklı görüyor. İşte bu nedenle seyirci de Kane'i birçok farklı yönden görüyor. Isınamıyor.

Kane'in ölmeden önce söylediği son bir söz var: ''Rosebud'' işte hikayenin çıkışıda burada. Kane'in çöken imparatorluğundan geriye kalan ve merak edilen belki de son şey. ''Rosebud ne?'' Açıkçası başlarda neden bu kadar değerli olduğunu anlamadım. Sonrasında durum biraz daha belirginleşti.


Kane'imiz işin başına geçtiğinde yasal nedenlerden ötürü 25 yaşında dinamik, devamlı bir şeyler peşinde koşan bir genç. Yapmak, yaratmak istiyor. Adeta girişimcilik saçıyor. Bu da ne demekse. Ancak Kane büyüdükçe, geliştikçe ağırlaşıyor. Yoruluyor. Ancak bu yorulma fiziksel anlamda değil. Öyle bir yorgunluk ki Kane'in konuşmasından ve davranışlarından anlayabiliyorsunuz. Belki de bu durum paranın, sorumluluğun altında kalmak, kalkamamak. Belki de Kane kendini bulamıyor. Zaten tam bir egoist. Bu nedenle görülmemiş bir koleksiyon yapıyor ve bu koleksiyonu piramitlerden sonra görülen en büyük kişisel mabedine koyuyor. Mabed ki ne mabed. Kane adeta kendi dünyasını kuruyor. İsmini de Xanadu koyuyor.

Dikkat edebildiğim kadarıyla Kane oldukça sakin mizaçlı. Ancak bu durumu hikayenin yarısına kadar geçerli. Ardından belki de farklı bir insana dönüşüyor. Şöyle düşünün ki ilk eşinden ayrılmasına neden olan ve valilik seçimlerini kaybetmesine neden olan rakibi James Gettys'e bu nedenleri ortaya çıkardığı skandal sahnesinde yalnızca arkasından hiddetle bağırıyor ve peşinden gidiyor. Fakat sonlara geldiğimizde ikinci eşinin ondan ayrılması sonucunda tokatı indiriyor. Bu hareket Kane'den beklenir mi? Artık beklenir çünkü Kane'i para ezdi bitirdi.


Kane film boyunca devamlı servetine servet ekliyor. Büyüyor, alıyor yapıyor da yapıyor. Anca aldığı birçok şey o kadar boş ki artık Orson Wells bile bir sahnede söylüyor. ''Bana ihtiyacım olandan başka her şeyi verdin.'' ki sona geldiğimizde görüyoruz gerçekten her şeyi vermiş. Geriye bir şey kalmamış. 

 Ayrıca başlardaki dürüst gazeteci imajı zaman geçtikçe değişiyor. Tıpkı Kane'in şehrin en iyi yazarlarını kendi gazetesinin bünyesine geçirdiği sahnede Leland'ın söylediği gibi: ''Peki ya onlar Kane'i değiştirirse.'' Aynen de öyle oluyor. Hem yazarların tutumu hem de Kane'e yaranma çabaları Kane'in o büyük skandal sonrasında seçimleri kaybetmesiyle iki farklı gazete manşetiyle ortaya çıkıyor. Birinde ''Kane seçimleri kazandıı!'' diğerinde ''Kane seçimleri kaybetti, seçimlerde hile!''. İşte Orson Wells bugün bile devam eden yandaş ve candaş medya muhabbetini o gün bile bize göstermiş. Gerçi o gün bile ne demek. İnsan her zaman insan ve bunları yapmaya devam edecek.


Orson Wells bu filmde adeta kendi sınırlarını denemiş. Öncelikle teknik anlamda. Herhalde kamera arkası görüntülerini görmediğim sürece bazı sahnelerini nasıl çektiğini hiç öğrenemeyeceğim - ki duyduğuma göre kamera arkası varmış - Ayrıca benim de filmle beraber öğrendiğim bir konu var. Çekimlerde kamerayı yere yakın yerleştirerek ve geniş açı kullanarak o zamanki düz set ve ışık mantığını ortadan kaldırmış bir film. Odayı dağıttığı sahneyi bir kere çekmiş ve yapmış.



Orson Wells'in 3. filmi ve 26 yaşında olmasına rağmen çok başarılı. Belki de gereken değeri veremedim ama söyleyeceğim şey bu. Fakat Hollywood Orson Wells'e sahip çıkmamış. Belki de çıkamamış çünkü Orson Wells filmi o dönemlerin medya devi William Randolp Hearst'dan ilham alarak ayzmış ve Hearst da filmin yayınlanmasını engellemek için bir çok yol denemiş. Tabii ne kadar doğrudur bilemem. Ancak anladığım kadarıyla doğru gibi. Ayrıca Orson Wells'in hem yazıp hem yönetip hem yapımcılık hem de oyunculuk yaptığını belirtmek lazım.


İşte Citizen Kane böyle bir film. Belki doğru anlatamadım belki de oldu. Çok fazla belki kullandım. Bazılarınız ''ne saçmalıyor lan bu?'' diyebilir. Eğer öyle diyecekseniz direk açın filmi izleyin derim. Hiç kasmayın. Özet geçmem. İzleyin izlettirin.

İyi seyirler...

23.1.11

L.A Confidential - Los Angeles Sırları


IMDB sitesinin Top 250 lisetesinde 67. sırada bulunan ve izlememin nedeni de bu olan film. 1997 yapımı tam bir polisiye ve oldukça başarılı. Böyle bir kadroyla başarılı bir film çekemeselerdi herhalde en büyük hayal kırıklıklarından biri olarak anılırdı. Ancak böyle bir durum söz konusu değil.

Öncelikle filmin kurgusu çok başarılı. Durum şöyle: filmin ilk bölümlerinde herkes birbirini dövüyor, vuruyor ve durmadan bir şeyler oluyor. Buralarda çok dikkatli olunması lazım. Dikkatiniz başka yerde olursa veya uykulu bir şekilde izlerseniz kaçırısınız bir kere daha izlemeniz gerekir dikkat. Ardın her şey yerli yerine oturmaya başlıyor. Her geçen dakikada ''lan?'', ''ama?'' gibisinden tepkiler vermeye başlıyorsunuz. Sonrasındada bütün durum belli oluyor.


Konusuna gelecek olursak - Konudan az bahsetmeye çalışıyorum çünkü sonra bir bakıyorum bütün filmi anlatmışım - anlatması o kadar kolay değil. 1950 lerde Los Angeles tam bir yükselişte. Hayaller şehri. Tuttuğun altın oluyor. Tabi bu durum sadece filmin başındaki Los Angeles'a gelin gibisinden bir tanıtım filmiyle sınırlı olduğunu görüyorsunuz.

Şehrin Organize Suç şebekesini yöneten Micky Cohen tutuklanınca meydan boş kalıyor ve bir çok kişi onun eyrini doldurmaya çalışıyor. Burada polisin rolü önemli. Devreye kariyerini düşünen ispiyoncu Ed Exley (Guy Pearce) , Badge of Honour isimli polisiyeye danışmanlık yapan Jack Vincennes (Kevin Spacey) , pek zeki olmayan ama çok iyi bir polis Bud White (Russel Crowe) ve bunların başındaki adam Dudley Smith (James Cromwell) giriyor.


Bu sayılanların hepsi hikayenin farklı parçalarını oluşturuyor ve sonunda birleşiyor. Birde Danny Devito ve Kim Basinger var ki Danny Devito oldukça renkl bir karakter olmuş. Kim Basinger ise bu rolle nasıl Oscar almış şaşırdım. Yani kötü değil ama Oscarlık bir performans yok ortada. Gerisini filmi izleyerek öğreneceksiniz. Size önerim dikkatli izleyin.

Film James Ellroy'un aynı isimli romanından uyarlama. Onuda belirtelim.


Filmde Ed Exley'in küçükken babasını vurup kaçan ve bir daha bulunamayn bir karakterden bahsediliyor. Ed bu adamın ismini bilmeiği için aklından Rollo Tomasi ismini uydurmuş. Rollo Tomasi'nin The Usual Suspects'deki Kayser Soze ile olan benzerliği dikkat çekici ancak buradaki Rollo Tomasi herkese göre değişiyor. Herkesin bir Rollo Tomasi'si vardır gibisinden.



Film hakkında daha fazla bahsedebileceğim bir şey yok. Oldukça güzel bir polisiye. Kasvetli bir hava söz konusu değil. Kendini izlettiriyor.

Şimdi bana diyeceksiniz: ''ne biçim yazı yazmışsın? filmin kötü adamı diyorsun kötü adamı söylemiyorsun. zaten yazıda kötü. senin yorumlayacağın filme ben.'' ben de diyeceğim ki: ''sana polisiye filmde kötü adamı söylersem nasıl izleyeceksin?'', ''yazının kötü olduğu doğru. belki de yazılanlar arasında en kısırı. sağlık olsun.''

Size ekşi sözlük'te filmle ilgili bir girdi:
''russel crowe'un, kim basinger dahil kadrodaki herkesi dövdüğü film.'' oldukça komik fakat doğru bir tespit.

İyi seyirler...

16.1.11

Amadeus


Yeni izledim. Evet izlemeye çekiniyordum.  Neden çekiniyordum? Çünkü elimdeki Director's Cut versiyonu 3 saatti. Şu ana kadar ne 3 saatlik filmler izledim gazıyla başladım. Ancak bana bu gazı esas veren son zamanlarda klasik müziğe olan ilgimdeki artış. Nota bilgim çok zayıftır. Ancak herkes klasik müzikten anlayacak diye bir şey yok. Seviyorum dinliyorum. İyikide seviyorum. Böyle bir filmi izleme şansını bana verdi çünkü. Girişi neden bu kadar uzattım? Neden bu kadar övdüm? Çünkü övülmeyecek gibi değil. Tam bir başyapıt. Nesinden bahsetsem yetersiz gibi geliyor. Mükemmel çünkü.

Çevremdekiler soruyordu: ''Yahu bu kadar çok film izliyorsun. en sevdiğin, bu film 1 numaram dediğin film ne?''  Bendeki cevap: ''Ik mıkh. Ya aslında o konuda pek düşünemedim. Çok iyi filmler var. Bla bla..'' Ancak iki günden beri bir numaramı buldum. Çok mutluyum. Milos Forman'ın 1984 yapımı Amadeus'u. Evet, işte bir numaram bu. Yeni filmler izledikçe bu durum değişir belki. Belkide henüz filmin havasından kurtulamadım. Fakat bu hava geçecek gibi durmuyor. Tamam Boondock Saints'i izledikten sonra 1 hafta ''Il nomeni patri et fiili spiritu sancti'' diye dolanıyordum etrafta ama o durumda geçti. Güzel film miydi? Güzeldi ama havası azaldı. Bu öyle değil. Bu iyi.

Çok konuştum. Gelelim filme;
Filmimiz yaşlı bir adamın Mozart! Mozart! diye haykırışlarıyla başlıyor. İşte intihara teşebbüs eden ve haykıran bu yaşlı adam bize bütün bir film boyunca eşlik edecek, filmi bize kendi gözünden gösterecek, filmin kötü adamı. Antonio Salieri. (F. Murray Abraham)

Antonio Salieri (F. Murray Abraham)

Antonio Salieri, çocukluğundan beri müzisyen olma arzusuyla yanıp tutuşan ancak babasının engellemeleri yüzünden müziğe geç yaşta başlayan bir müzisyen. Ancak bu sevgi o kadar büyük ki babasının ölümünü bile ''mucize'' olarak nitelendiriyor.

Salieri büyüyor ve önemli bir müzisyen oluyor. Kapellmeister olarak tabir edilen Saray Müziğinin başına geçiyor. Ancak Wolfgang Amadeus Mozart'ın (Tom Hulce) gelmesiyle her şey değişiyor. Zaten film buradan sonra başlıyor.


Filmin teknik durumu hakkında konuşmaya lüzum görmüyorum. Neden görmüyorum? Zaten her şey harika. Bir film düşünün ki müziğini Mozart yapıyor. Kıyafetler, diyaloglar, atmosfer, oyunculuklar harika. İşte bu Amadeus.

Mozart çok küçük yaştan itibaren babası Leopold Mozart (Roy Dotrice) tarafından eğitilen, saraylarda çalan ve yaşının küçük olmasından dolayı deha olarak gösterilen bir müzisyen. Ancak tavırları ve ergen hareketlerinden dolayı Salzburg'ta daha fazla istenmez ve o da Müziğin Beşiği olarak nitelendirilen Viyana'ya gelir.


Mozart bir süre Salieri'ye ağır basmaya başlar. Ancak Salieri'nin derdi, Tanrının böyle bir yeteneği nasıl olurda böyle bir serseme verdiğidir. Zaten bu durumu anladıktan sonra aşırı dindar olan Salieri bile Tanrıya sırtını döner ve dinden uzaklaşır. Kendisi artık rakip olarak tanımlar. Çünkü Mozart Tanrının müziğini dünyada dinletmesi için gönderilmiş elçisidir. Hatta bir sahnede Salieri bu durumu şöyle dile getirir:

-"tanrım bu bana nasıl bir cezadır ki bu adama böyle bir yetenek verdin, bana ise sadece bu yeteneği anlayabilecek kadar bilgi verdin."

Zaten Mozart'ın büyüklüğünü bize filmin başında Salieri ile Peder arasındaki konuşmada görürüz.
 
Salieri Mozart'ın bir eserini çaldıktan sonra.. 
Peder 
-Oh, I know that!  That's charming!  I didn't know you wrote that.
Salieri 
-I didn't.  That was Mozart.  Wolfgang Amadeus Mozart.



İşte film Salieri'nin Mozart'a olan hayranlığını, kıskançlığını ve 
Mozart'a yaptıklarını göstererek devam eder. Salieri Mozart'ı 
çeşitli oyunlarla diz çoktürmeye çalışır. Bir yandan da Mozart'ın 
çektiği sıkıntıları ve eşi Constanza ile olan ilişkilerini izleriz. 
Konuyu hızlı bir şekilde bitirdim çünkü daha fazla spoilera gerek yok.

Küçük notlar ekleyeyim;
Mozart'ın böyle bir gülüşü olduğunu gerçekten bilmiyordum. Başta bana inanılmaz geldi. Ancak biraz araştırınca bazı kaynaklarda bu inanılmaz gülüşünden bahsedildiğini gördüm.


Filmin başından beri kendi kendime ''Bu Salieri ne kadar tanıdık.'' dedim ve Scarface'de oynadığı ortaya çıktı.  
Birde eğer Director's Cut versiyonunu izlerseniz, Mozart'ın köpekleri olan bir zanginin evine ders vermeye gittiği ve Constanza'nın Salieri'nin önünde soyunduğu sırada Salieri'nin onu kovduğu sahneleri izleyebilirsiniz.

Son olarakda Mozart ilk konçertosunu 4, ilk senfonisini 7 ve ilk operasını da 12 yaşında bestelemiştir.

Filmin senaryosuna da buradan ulaşabilirsiniz >> Amadeus

Filmin kurgu bölümleri de mevcuttur. Sonuçta film. Belgesel değil. Yani Salieri o kadar da gösterildiği gibi aciz bir müzisyen değildir. Yine çok büyük bir müzisyendir ve Beethoven, Schubert gibi isimleri öğretmenidir.

Film hakkında söylenebilecek başka bir şey yok. Kesinlikle izlenmesi gereken muhteşem bir film. İzleyin İzlettirin.

İyi seyirler...

8.1.11

Meksika Devrimi Üzerine Filmler


Yılın ilk yazısını bir film değilde bir program üzerine yazmaya karar verdim. Duyuru niteliğindeki ilk yazım. Gelelim esas konuya:

Pera Müzesi'nin Meksika temalı etkinlikleri kapsamında ''Viva la Revolución: Meksika Devrimi Üzerine Filmler'' kapsamında gösterilecek filmlerden oluşuyor. Toplamda beş film gösterilecek fakat bunlardan biri belgesel şeklinde . Hepside ayrı ayrı günlerde.

Fimlerden üçünün yönetmen koltuğunda Meksikalı Yönetmen Fernando de Fuentes oturuyor.

Ayrıca Meksika temalı etkinlikler arasında Frida Kahlo ve Diego Riviera'nın da eserleri bulunuyor. Ülkeye gelip gelmeyeceği bir daha belli olmaz. Bu yüzden zaten kaçırmıyoruz.

Filmler benimde öyle bildiğim filmler değil. İçlerinden birini izleme fırsatım olması konusunda çalışmaya başladım. Kısmet olursa Pera Müzesi'ni ziyaret edecğim. Filmler şu şekilde:

Dostum Mendoza - My Buddy Mendoza (1934)

Yönetmen:
Fernando de Fuentes, Juan Bustillo Oro

Rosalio Mendoza (Del Diestro) Meksika Devrimi sırasında her iki fraksiyona (hükümet güçleri ve Zapata’nın ordusu) kıyak yaparak ve onlardan kıyak görerek hayatta kalmaktadır. Malikânesi herkese açıktır ve Mendoza konuklarının iyi bir dostu olarak kabul edilmektedir. Sonunda bu durum sürdürülemez hale gelir ve bir taraf seçmek zorunda kalır. İhanet ve aldatma galip gelir ve Mendoza’nın karanlık tarafı ortaya çıkar.


Mahkum 13 - Prisoner 13 (1933) 

Yönetmen:
Fernando de Fuentes

Mahkum13, Fernando Fuentes’in Meksika Devrimi ile ilgili yaptığı üçlemenin bir parçasıdır. Film, karısı Marta’nın genç oğullarını da alarak kendisini terk ettiği ayyaş Albay Carrasco üzerine odaklanır. Juan büyüyünce hayranlık uyandıran, terbiyeli bir genç adam olur. Meksika Devrimi sırasında terfi eden düşkün ve yozlaşmış Albay, hapishanesinden bir devrimciyi, Felipe Martinez’i bırakması için rüşvet alır. Martinez bir idam mangası tarafından vurularak idam edilmeye mahkûm edilmiştir. Carrasco herhangi birisinin, devrimcinin yerini almasını talep eder. Kaderin bir cilvesi olarak bu herhangi birisinin, uzun süredir kayıp olan öz oğlu Juan olduğu ortaya çıkar.


Haydi Pancho Villa ile Gidelim - Let's Go with Pancho Villa (1936) 

Yönetmen:
Fernando de Fuentes 

Meksika Devrimi sürerken, “Los Leones de San Pablo” olarak bilinen altı cesur çiftçi, Pancho Villa’nın ordusuna katılmaya ve mücadeleye destek vererek kendi topluluklarındaki acıların sona erdirilmesine yardım etmeye karar verir. En baştaki grup birçok çatışma ve kahramanlıklardan sonra, sadece lider Tiburcio Maya (Frausto) ve genç Becerrillo’dan (Vallarino) kalır. Becerillo çiçek hastalılığına yakalanınca Villa, onu öldürmesini ve cesedi yakmasını Tiburcio’ya emreder. Tiburcio görevini gönülsüzce yerine getirdikten sonra, ona orduyu terk etmesi emri verilir ve eve döner. Bu film gelmiş geçmiş en iyi 100 Meksika filmi arasında bir numaraya yerleştirilmiştir. 

Enamorada (1946) 

Yönetmen:
Emilio Fernández

Hikaye Meksika Devrimi sırasında geçer. General José Juan Reyes’in (Pedro Armendáriz) birlikleri orduyu desteklemek için zenginlerden yardım alır. General, Cholula kasabasında topraklara ve mallara el koyarken, kasabanın en zengin adamının kızı olan Beatriz Peñafiel’le (María Felix) tanışır. Beatriz’in küçümseyişi ve ilgisizliği General’de merak ve en nihayetinde derin ve gerçek bir aşk uyandırır.



Son Zapatistalar, Unutulmuş Kahramanlar - The Last Zapatistas , Forgotten Heroes 

Yönetmenler: Sarah Perrig , Francesco Taboada Tabone

Son Zapatistalar, Unutulmuş Kahramanlar 1910 Meksika Devrimi’nde generalleri Emiliano Zapata’nın yanında savaşmış askerlerin ürpertici tanıklığıdır. Neredeyse yüz yıl sonra Güney’in efsanevi Özgürlük Ordusu’ndan sağ kalan bu insanlar hiçbir kitapta bulunmayacak bir gerçeği ortaya çıkarıyorlar. Devrim’in ve bugünün neoliberal hükümetlerinin başarısızlığından, ülkelerini tehdit eden tarımsal ve ekolojik felaketten ve temsil ettikleri Zapatista idealleri göz ardı edildikçe gerçekleşmesi an meselesi olan iç savaştan bahsediyorlar. Bu erkekler ve kadınlar haksız bir tarihin bölümleri, terk edilmiş bir bilgelik, Meksika’nın ayrıcalık sahibi olmayanlarının sembolleri vs.’dir. Onlar Unutulmuş Kahramanlardır. (Bu belgesel Zapatista Ulusal Özgürlük Ordusu üyeleriyle Zapatista’nın eski askerlerinin tarihsel karşılaşmasını da içermektedir.)

Pera Müzesi Oditoryumu
Meşrutiyet Cad. No: 65, Tepebaşı
Tel: (212) 334 99 00
Gösterim ücreti: 5 TL


Etkinlik takvimi ve broşürüne bu adresten ulaşabilirsiniz:
>> Etkinlik Program

Son ekleme olarak şunu söyleyeyim. Frida Kahlo'nun hayatının anlatıldığı 2002 yapımı yapımı bir film mevcut. Frida rolünde Salma Hayek'i izliyoruz.

İyi seyirler...