''When you have to shoot, shoot. Don't talk.'' - Tuco

31.10.10

The Birth of a Nation - Bir Ulusun Doğuşu


1915 yapımı The Birth of a Nation filminin Amerikan sinema endüstrisinin standartlarını belirlediği kabul edilmektedir. Üç saatlik süresi ile o zamana dek çekilen en uzun film olması yanı sıra sinema dilinin kullanımı konusunda ders olarak okutulabilecek kadar görkemli ve dönemine göre olağanüstü çekim ve anlatım teknikleri kullanılarak çekilmiş bir yapımdır.
Film iki bölüm olarak değerlendirilmelidir. İlk bölümde ‘’kardeşin kardeşi vurduğu’’ anlamsız bir Kuzey-Güney savaşı, ikinci bölümde ise zafer kazanan Kuzey’in ‘’beyaz Güney’i siyah Güney’in topukları altında ezmesini’ anlatmaktadır. Filmin başlangıcında yer alan ‘’Savaşın yıkıcılığını vurgulamak istediğimiz bu çalışmamız savaştan nefret edilmesini sağlayarak sonuçlanırsa çalışmamız boşa gitmemiş olacaktır’’ sözleri genel anlamda insanlığın içine düştüğü savaşı lanetleme değil ‘’üstün Aryan ırka mensup Kuzey ve Güney’li kardeş’’ arasındaki savaşın yıkıcılığının tekrarlanmaması isteği sonucu yazılmıştır. Çünkü hemen ardından gelen ‘’Afrikalıların Amerika'ya getirilmesi birliğin bozulmasının ilk tohumlarını attı’’ sözleri bu görüşü doğrulamaktadır. Kuzey ile Güney’in arasının açılarak birliğin bozulmasına ve ardından İç Savaş’a yol açan olayların temeli olarak ‘’kölelik karşıtlarının köleliğin kaldırılmasını istemesi’’ olarak gösterilmektedir. Yönetmene göre Afrikalılar –zenciler- bu kutsal topraklara ayak basmamış olsalar bir İç Savaş olmayacak, kardeş kardeşle savaşmayacaktır.


Çokça farklı sahnenin İç Savaş dönemini yansıttığı filmde pek çok karakter ve birbirinden farklı hikayeler yer almaktadır. Bu nedenle yapım sessiz film olma özelliğiyle anlaşılması karmaşık bir durum almıştır. Ancak filmde birkaç bölüm en önemli mesajları verir niteliktedir. İşte bazı bölümlerden örnekler:

-Çocukluğu İç Savaş sonrasına rastlayan ve savaşı kazanan Yankee’lerin (Kuzeylilere Yankee, Güneylilere Dixie derlerdi), her türlü pis işlerini gören Thomas Dixon şöyle bir olaya şahit olur. İç Savaş’ta albay olarak görev yapmış olan dayısının askerlerinden birinin dul eşinin kızına bir zenci tecavüz eder. Kasaba halkı çıldırır ve gece olunca Ku Klux Klan kasabaya gelerek tecavüzcü olduğu söylenen adamı linç ederek asarlar. Bayan Dixon oğluna ‘’Onlar, Klan üyeleri, bizim insanımız ve bizim çiftliğimizi koruyorlar’’ diyor ve hep beraber KKK’ya katılırlar. Film işte bu yaşadıklarını kaleme alan ve zenci düşmanlığıyla dolu Baptist papazının "The Clansman" adlı kitabından uyarlanmıştır.
Filmin asıl adı olan The Clansman olarak belirlenmişti ancak Thomas Dixon ‘’Klan Üyesi’’ isminin filme uygun olmayacağını daha görkemli bir isim olan The Birh of a Nation’un kullanılmasının gerektiğini söyler. İsim değiştirilir ancak bununla yetinilmez ve zenci karşıtı hayli sert olan roman yumuşatılarak yola devam edilir.


-Kuzeyli Stoneman ve Güneyli Cameron ailelerinin gözünden olaylar anlatılır. İlk bölümde Stoneman ve Cameron ailelerinin birbirleri ile olan sıkı dostlukları anlatılır. Birbirlerine gider, gelirler. Hatta Cameron ailesinden biri Stoneman ailesinin kızlarına âşık olarak ‘’arkadaşının, hiç görmemiş olduğu kız kardeşi Elsie Stoneman'ın fotoğrafında hayallerindeki kızı bulur.’’ Günümüz Hollywood yapımlarında iki erkeğin birbirlerine sarıldığı bir sahne bulabilmek olanaksız olduğu gibi sokaklarda da bu durum böyledir. Amerika ve Avrupa’da sokaklarda birbirlerine sarılan iki erkeğin verdiği mesaj kesinlikle eşcinsel içerikli olarak okunmaktadır. Oysa yıllar önce dünyanın her yerinde arkadaşlar, dostlar içtenlikle birbirlerine sarılırlardı. Bu filmde de Stoneman ve Cameron aileleri çocuklarının birbirlerine sarılmaları, dostluklarını göstermeleri Batı kültürünün zamanla değiştiğinin, insanların birbirlerinden uzaklaştığının, ‘’insanın insana yabancılaştığının’’ göstergelerindendir.



-Abraham Lincoln’ün 1860 seçimlerini kazanması ve köleliği kaldıracağını söylemesi filmde şöyle anlatılmaktadır. ‘’Büyük liderin zayıflığı bir ulusu kargaşaya sürüklemek üzereydi.’’ Kuzey’in köleliğin kaldırılmasını istemesi Güney’de dengelerin bütünüyle değişmesi demekti ve kabul edilemezdi. İstenmeyen gerçekleşir ve dostluklar sona erer. Yedi Güney eyaleti (South Carolina, Mississippi, Florida, Alabama, Teksas, Georgia ve Louisiana) bağımsızlıklarını ilan eder ve 12 Nisan’da Charleston limanını ele geçirmesiyle savaş başlar. Dört eyalet daha Güney Konfederasyonu’na katılır (Arkansas, Virginia, North Carolina ve Tennessee). Bu 11 eyalet Amerikan İç Savaşı'nda güneyli Konfederasyon tarafını oluşturdular. Ülkenin geri kalan kısmı (özellikle kuzeydoğu kısmı) da kuzeyli Union (birlik) tarafını oluşturdular. Bir süre sonra iki devlet arasında savaş patlak verdi. İlk büyük çarpışma Washington civarındaki ‘’Bull Run’’ denilen mevkide gerçekleşir ve Güneylilerin zaferiyle sonuçlanır. Böylece uzun bir çatışma dönemine girilir.


Film sona ererken KKK* adamları bir kulübede zencilerin saldırısına maruz kalan Cameron’ları kurtarmak için gelir. Saldırılar sürerken at üstünde dörtnala koşturan kurtarıcı KKK mensuplarının gözüktüğü sahneler günümüz sinemasına ışık tutacak düzeydedir. Ki film sinemalarda gösterildiğinde seyircilerin bu sahneyi çığlık çığlığa ve alkışlayarak seyrettikleri söylenir. ‘’Vahşi savaş artık hüküm sürmediği zaman mutlu gün düşlemeye cesaret edebiliriz. Özgürlük ve birlik, bugün ve sonsuza dek,’’ sözleriyle Hz. İsa’nın dev boyutta simgesiyle film sona erer.
Kant insanlığa ‘’aklını kullanabilme cesaretini göster’’ diye haykırmıştı. Tüm ırkçı yapısına ve şiddeti meşru gösterme çabalarına karşın yine de filmi ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirirsek kötüyü savunuyor olmasının filmin kötü olması anlamına gelmediği ortadadır. Sinemanın gelişim sürecini merak edenler için, ırkçılık fikrinin hangi gerekçelerle ortaya çıktığına ve belirli bir ideoloji doğrultusunda tarihin ters yüz edilmesine dair önemli dersler çıkarılabilecek ve döneminin çok ilerisinde olduğunu rahatlıkla söylenebilecek olağanüstü bir film.


İyi seyirler...

B.K

*Klu Klux Klan: Ku Klux Klan örgütü Amerikan İç Savaşı sonrasında zencilerin kazanmaya başladığı haklara, özgürlüklere ve zenci-beyaz eşitliğine karşı çıkmıştır. Amaçlarına ulaşmak için şiddet ve teröre başvurmuşlardır. Örgüt üyeleri kapşonlu beyaz cüppe giyer ve genellikle yanan bir haç örgüt amblemidir. 

*Konuk yazarımıza teşekkürlerimi sunarım.

El laberinto del Fauno - Pan's Labyrinth


İspanyol iç savaşı sırasında Ophelia isimli küçük bir kızın annesinin yeni ve aynı zamanda subay olan kocasının yanına taşınmasıyla maceramız başlıyor. Filmi izlerken ''ne lan bu Alice'in İspanyol versiyonu'' diyenler olacaktır ancak Guillermo del Toro'nun şiirsel anlatımı, müzikleri ve karakterleriyle kendine özgü bir yapım.

Ayrıca filmin 2006 yılında Cannes Film Festivali'nde yarıştığınıda belritmek gerekli.

Ophelia kendi hayal dünyasında yaşayan, bu dünyayı pek sevemeyen, sevse bile gördüğü ve yaşadığı olumsuzluklar karşısında biraz soğumuş bir karakter. Filmin zaten ilk dakikalarında bunu anlayabiliyrosunuz.




Ophelia'nın annesi ise filmde daha çok pasif bir karakter. Genellikle hamileliği ve hastalığıyla meşgul ki bu karakterin sonu pek de iyi değil. Evin yardımcılarından biri olan Mercedes ise sırları olan ancak bir o kadar da iyi yürekli bir karakter ki izlerken hemen anlayacaksınız.

Bu filmimizin kötü karakteri ise Vidal yani Ophelia'nın üvey babası diyebiliriz ki oldukça karizmatik ve tabiri caizse ''cuk'' oturmuş bir karakter.


Filmin genel işleyişi içinde durağan bir yapısı var ancak heyecanın tavan yaptığıda bir o kadar sahne var. Dram, Gizem ve Fantazi türleri oldukça iyi harmanlanmış diyebiliriz. Ayrıca yaratılan karakterler de bir o kadar takdire şayan.

Taşındıktan sonra Ophelia'nın peri/böcek arası bir yaratık tarafından farklı bir dünyaya götürülmesi ile de filmin gidişatı değişiyor. Bu dünyada filme adını veren Pan ile tanışıyoruz ki bu karakter ne iyi ne de kötü bir karakter. Dengeler değiştiği durumlar yok değil ancak genel olarak zararsız ancak ısrarcılığıyla ön planda. Ophelia ise bu fantastik dünyanın prensesi. Bunu Pan'ın söylediklerinden anlayabiliyrosunuz. Film boyunca Pan ve Ophelia'ya vermiş olduğu kitap bize rehberlik ediyor.

Filmin başlangıcındaki ve devamındaki sahnelerdeki şiirsel anlatım ve müzikler sizi hemen o dünyaya alıyor. Sizi filmden soğutacak herhangi bir durum söz konusu olmuyor. Ayrıca filmin içerisine işlenmiş benzetmeler ve iki filmi aynı anda izliyormuş havası yönetmenin ve senaryonun ne kadar iyi iş çıkardığını gösteriyor.


2006 yapımı bu film bittiğinde hafif bir boşluk hissedebilirsiniz. ''E ne oldu bitti mi?'' diyebilirsiniz ancak merak etmeyin sonradan kendi kendine oturuyor. Belki de filmin eksik noktası burası ancak böyle söylediğime bakmayın filmin finali oldukça iyi.




İzlerken sıkılmayacağınız bu filmi eşinize dostunuza kafanızda soru işareti oluşmadan tavsiye edebilrisiniz. Çünkü film tamamiyle yetişkinlere göre. Hiç öyle ''Çocuk muyuz Fantastik film izleyeceğiz.'' demeyin.



İyi seyirler...

30.10.10

Léon - The Professional



12 yaşındaki bir kızın ailesinin öldürülmesi üzerine aynı apartmandaki komşusu Léon'un yanına sığınması. Belki böyle söylendiğinde her şey oldukça basit gözüküyor ancak bahsettiğimiz küçük kız Mathilda ile Léon arasındaki ilişki öyle derin oluyor ki belkide bütün klişeler yıkılıyor.

Öncelikle söylenmesi gereken şu; Léon kesinlikle bir Hollywood filmi değil. Amerika'da geçiyor ancak devreye Luc Besson gibi sağlam bir yönetmen ve Jean Réno faktörleri girince her şey değişiyor. Zaten bir hollywood yönetmeni tarafından çekilmiş bir film olsaydı sanıyorum ki şu an bu yazıyı okuyor olmazdınız.


Filmin başında Amerikadaki az gelirli yozlaşmış aile yaşamını oldukça açık bir dille izliyoruz. Küçük Mathilda'da bu ailenin bir bireyi ancak hayatından hiçte memnun değil. İşte bir gün alt kattaki markete alışveriş yapmaya indiğinde devreye Stansfield yani Gary Oldman giriyor ve film başlıyor.

Gary Oldman'ı filmde yine aile yaşamı kadar yozlaşmış bir ülkenin yozlaşmış polisi olarak izliyoruz ki izlerken kendisinden tiksindirecek kadar iyi bir oyunculuk sergilediği aşikar.


Mathilda'nın ailesinin durumunu gördükten sonra yoluna devam ederek Léon:'un evine yönelmesi ve kapıyı bir çok kez çalmasına rağmen başlarda Léon'un ikilemde kalamsı ve sonunda açması ise filmin kırılma anı. Léon ile Mathilda'nın ilişkiside işte buradan başlıyor.

Léon ise bildiğimiz seri katillerden pek değil. Dış yüzü öyle olsa bile iç yüzü çok farklı yansıtılmış. Her seri katilde olması gereken soğukkanlılık Léon'da da oldukça güçlü ancak çiçeğiyle arasındaki ilişki, bazı yerlerde ortaya çıkan saflığı ve süte olan sevgisi bize Léon'u tanıtıyor. 


Léon ile Mathilda arasındaki ilişki sıradan bir arkadaşlık veya sığınma şeklinde değil. Daha çok Mathilda'nın Léon'a olan aşkı şeklinde. Şimdi ''12 yaşındaki kızla koca herifin ne işi var?'' diyebilirsiniz ki diyeceksiniz. Zaten filmin bu kadar önemli olmasıda bu tabuuyu yıkması. Gerçi bu duygunun karşılıklı olup olmadığı bakış açısına göre değişir.

Film'in finalide bir o kadar sağlam ve önceki yazımdada belirttiğim gibi ''buruk bir sevinç''. Ancak Gary Oldman'lı, Jean Réno'lu ve Natalie Portman'lı (hiçbiri Amerikalı değil bu arada) bu film kesinlikle izlenmeli. Belki ilk 10 veya 20'nize girmez ama izleyin izlettirin.





Son olarak bir kaç ekleme yapmak istiyorum. 1994 yapımı bu filmi izlediyseniz veya izlemeyi düşünüyorsanız kesinlikle ülkemizde yayınlanan vesiyonuyla izlemeyin derim. Çünkü kesinlen bölümler varmış ve Mathilda'nın Léon'un kucağında uyuduğu bölüm yokmuş. Tabii ben normal versiyonunu izledim ancak duyumlarım bu yönde. Birde Mathilda'nın uyuduğu sahneden Jean Réno'nun kucağında yastık varmış ve Natalie Portman yıllar sonraki bir röpörtajında ''doğru bir karar'' olarak nitelendirmiş.


İyi seyirler...

29.10.10

Shichinin no samurai - Yedi Samuray



''Umarım doğru bir tercihtir'' düşüncesiyle ilk yazımı dünya sinemasının önemli yönetmenlerinden biri olan Akira Kurosawa'nın Yedi Samuray filmi ile yazmaya karar verdim.

1954 yapımı olan bu filmi izlediğinizde aslında ne kadar çok benzerine rastladığınızı veya ister istemez bilinçaltınıza yerleşmiş bir konu olduğunu fakediyorsunuz. Biraz daha kurcaladığınızda ise bu filmin kafanızdaki konunun temeli olduğunu anlıyorsunuz. İşte Yedi Samuray'ı kült bir yapım yapan da bu özelliği.
                                 
                     


Haydutlar tarafından düzenli olarak ekinleri çalınan bir köy ahalisinin en sonunda bu duruma dayanamayıp imkanları dahilinde köylerini korumak için samuray aramalarından yola çıkan filmin devamında neler olduğunu tahmin etmek pek zor değil. Geri kalan her şeyiyle beraber buruk bir sevinç yaşatan bir film. Ancak bunlarla birlikte samurayların onuru, bilgeliği, cesareti hakkında önemli izlenimler ediniyorsunuz. Oldukça iyi bir şekilde harmanlanmış olan filmde çatışma ortamında yaşanan aşk, hüzün, komedi ve aksiyon sahneleri hep bir arada.


Günümüz gözüyle izlerseniz sıkılma olsalığınız var. Bunu önceden belirtmek gerekli. Birde açalım patlamış mısırı oturalım izleyelim diye izlemeye kalkarsanız koltuktan binlerce kaloriyle kalkabilrisiniz çünkü film yayınlanan ülkeye göre değişse de ortalama 3 saate yakın bir film.

Filmin 2004 yılında Samurai Seven isminde bir animeside çıkmıştır. Ancak anime filmle aynı şekilde değil bir uyarlama olarak ilerlemektedir ve fantastik öğeler de içermektedir. Buna göre anime de oldukça başarılıdır.
 
Sonuç olarak izlenmesi gereken, eğer sıkılırsanız 1-2 dakikalık molaların yeterli olacağı oldukça iyi bir film. 

İyi seyirler...

Giriş


Çok sevgili blogumu yayına sokmuş bulunmaktayım. Filmleri anlamak, öğrenmek ve bu dünya hakkında bilgi sahibi olmak isteyen herkese.

Saygılar...