''When you have to shoot, shoot. Don't talk.'' - Tuco

18.11.11

Filmin Kötü Adamı 1 Yaşında!


  
Bir Rüya İçin Ağıt

Bir varmış, bir yokmuş
29 Ekim, cumaya denk geliyormuş 

Bir adam çok film izler iken 
Hem izleyip hem anlatır iken 
Dünyanın merkezi Ötüken

Anlatılanları bir yere yazmak isteyince
Limonlar bir bir ekşiyince
Aynı gün blogları keşfedince

Başlamış araştırmaya
Karar vermiş blog yazmaya
En büyük Arı Maya!

Sormuşlar ismi ne ola? 
Düşüne, taşına 
Emretmiş uşaklarına;
İsmi ''Filmin Kötü Adamı'' ola.

Filmin Kötü Adamı 1 yaşında!

-FKA

Günün anlam ve önemini anlatan şiirimi dinlediniz. Saygılar...

29.10.11

Nineteen Eighty-Four - 1984

 

Savaş Barıştır
Özgürlük Köleliktir
Cahillik Güçtür

1984, George Orwell'in aynı isimli romanından uyarlanan filmimiz, ne hoştur ki 1984 yılına denk gelmiş, getirilmiş. Romanı da okumuş bir bünye olarak filmi ve romanı birlikte götüreceğim. İki boyutlu bir yazı olacak. 3. Boyut sizlerin elinde. Oradan ''Yürü be!'' seslerini duyar gibiyim. Başlayalım...

Tarih 4 Nisan 1984. Dünya; Avrasya, Doğu Asya ve Okyanusya gibi parçalara bölünmüş. Bildiğimiz ülkelerin adı bile geçmiyor. Londra'dayız. İngsos yani İngiliz Sosyalist rejimi hakim. Heryerde şu ünlü Büyük Birader.

Büyük Birader
Olayları bir parti üyesi olan Winston'ın gözünden izliyoruz. Ancak her ne kadar ondan izlesek de sonunda fikirler bizim oluyor. Önemli olan bilinç.

Totaliter bir yönetim. Her şey parti'nin elinde. Her yerde teleekranlar, teleekranlarda parti propagandaları. Yıllardan beri bu şekilde süregelmiş. Geçmişe, şimdiye ve geleceğe durmadan şekil veriliyor. Bu heykeltraşlığın tek bir amacı var, otoriteyi elinde tutmak.

Kahramanımız Winston'da işte bu sistemin içerisinde yetişmiş ve herkes gibi (proleterler hariç) bu amaca hizmet ediyor. Tabii ki bu mecburi bir hizmet. O da çoğu kişi gibi durumun farkında ancak ne çare.


Otorite kurulmuş belki ama ama hayatın suyu çıkmış. Bu soğuk,pis ve iç karatıcı atmosfer filmde neredeyse roman kadar başarılı yansıtılmış. Bu konuda filmin hakkını vermek lazım.

Buraya kadar okuduklarınızdan İngiltere'de sosyalizm, 1984, Büyük Birader ne la bu? diyebilirsiniz. Ona da Celal Üster'in önsözünde söylediği gibi devlet tarafından her türlü muhalefetin yok edildiği bir toplum tehlikesine karşı bir uyarı, en genel anlamıyla ''ütopya'' olarak cevap verebilirim. Daha doğrusu, kapitalizmin kalelerinden biri olan İngiltere'yi sosyalistleştirmek gibi bir karşı ütopya.

Orwell'in Stalin'in baskıcı rejiminden yola çıkan bir eleştiri yarattığı söyleniyor. Eğer konu yine Orwell'in bir eseri olan Hayvan Çiftliği olsaydı ''haklısınız'' diyebilirdik. Ancak buradaki eleştiri otoriter, baskıcı rejimlerin problemlerine dikkat çekmek istemiş. Sırf 1940'lı yılların Sovyetleriyle uğraşmış olsaydı, şu an bile güncelliğini ve evrenselliğini koruyan ve bugüne kadar korumuş olan bir eser olabilir miydi?

Suzanna Hamilton - Joh Hurt
1984, filme uyarlanırken zorlanılacak bir roman. İzleyincede sıkıntıları yakalayabiliyorsunuz. Zaten, kitabını okuduysan filmini izleme durumu, uyarlayanlar tarafından devam ettirildiği sürece bu işten kurtuluş yok. Yüzüklerin Efendisi ile olmaz o iş - ki onun bile ciddi derecede açıkları var ama işi götürüyor - Bu nedenlerden dolayı filmin sönük yanları yok değil. Bazı yerler oldukça yüzeysel şekilde geçilmiş. Bazı yerler ise kızdıracak şekilde değişikliğe uğramış.

Bu açıklara karşılık John Hurt'ün oyunculuğu içimizi bir nebze rahatlatıyor. Oldukça başarılı. Julia karakteri ise biraz daha derin verilebilirdi. Çok komplike bir karakter değil ama birazcık daha ittirilse olurmuş.


Ayrıca sahnelerin tasarımları, dekorları, yerleşimleri oldukça başarılı. Ne yalan söyleyeyim birçok sahne tam kafamda canlandığı gibi hazırlanmış. O konudaki emek, alkışı hak eder.

Orwell, romanı 1948 yılında yazdığı için ve 84 48'in tersi olduğu için kitabın adını 1984 koymuş. İyiki de koymuş. Filmin sonunda da gözüken ''Nisan- Haziran 1984 esnasında Londra ve çevresinde yazarın hayal ettiği doğru zaman ve koşullarda çekildi'' yazısı yemeğin sonundaki tatlı gibi hoş bir hava katıyor.

Velhasıl, eğer ''Kitabı okurum ama filmi izlemem hayallerim bana kalır'' diyenlerdenseniz izlemenizi salık vermem. Bunun dışında bir düşünceniz varsa izleyin olsun bitsin. Ancak beklentileriniz çok yüksek tutmayın. Sonra Harry Potter olur. Gerisini zaten zevkleriniz halleder.



Eğer yazının burasına kadar okuyan varsa ve ''Bak merak ettim şimdi'' diyen varsa Can Yayınları'nın Celal Üster çevirisini tavsiye ederim. Sanki bütün çevirilerini biliyormuş gibi. Ya da ''Bana özet geçin, İngilizce'de biliyorum diyenlerdenseniz Penguin readers'ın resimli, ince bir 1984'ü mevcut.

Konuyla ilgili ''Bunu biliyor muydunuz?'' bilgisi vermek adettendir. George Orwell'in gerçek adı Eric Arthur'dur. Ayrıca O'Brian rolünde izlediğimiz Richard Burton bu filmden sonra vefat etmiş. Bu da böyle biline diyoruz.

Bu arada çok sevgili blogum bugün 1 yaşına bastı. Bu hafta içerisinde bir doğumgünü yazısı yazarım. İyi olur, hoş olur. Malumunuz yoğunuz. Elden geldiğince...İyi ki doğdun ben!

İzleyin, izlettirin, iyi seyirler...

17.9.11

Muhteşem Oyun Uncharted 3'e Türkiye'den Muhteşem Sesler Hayat Veriyor

Çıktığı günden bu yana satışı milyonları bulan ve geçtiğimiz ay yayınlanan beta sürümü ile meraklılarının yüzünü güldüren oyun efsanesi Uncharted 3: Drake’s Deception, multiplayer uyumlu ve Türkçe seslendirmeli olarak satışa çıkıyor.


Türkçe seslendirmeyi ise Türkiye televizyonlarının en ünlü isimleri üstlenmiş. Uncharted 3, bu yönü ile oyun zevkini ve eğlencesini bize daha yakın ve sıcak bir noktaya taşıyabilmiş. Bu ünlülerin kim olduklarına da kısaca göz atalım:

 Multiplayer uyumlu oyunu, ünlü sanatçılar Türkçe olarak seslendiriyor: Ana karakter Nathan Drake’i, en son Muhteşem Yüzyıl’daki Pargalı Damat İbrahim Paşa rolü ile gönüllere taht kuran Okan Yalabık seslendiriyor. Drake’in en iyi dostu Victor Sullivon karakterini ise en son Behzat Ç. dizisindeki Şevket rolü ile ön plana çıkan Ege Aydan seslendiriyor. Serinin üçüncü oyununun esas kötü karakteri olan Katherine Marlowe’ye ise yılların tiyatro, sinema ve dizi oyuncusu Betül Arım sesiyle hayat veriyor. Oyundaki diğer karakterlere de yine ünlü dizi ve sinema oyuncuları ses veriyor. Chloe karakterini Dolunay Soysert, Elena’yı Ceyda Düvenci ve Cutter’ı da Hakan Vanlı seslendiriyor.

21.8.11

The Wrestler - Şampiyon



Vizyona girdiği zaman ki 2008 yılına denk gelir, çok konuşulan bir filmdi wrestler. Ancak bu ilgi filmden öte başroldeki Mickey Rourke'un geçirdiği sıkıntılı günleri atlatıp alnının akıyla işin içinden çıkmasıyla alakalıydı. Bilinçli tüketiniz efendim.

Şampiyon, Mickey amcanın uzun zamandan sonra yaptığı en önemli filmdi. Zaten onun dönüşüyle film arasındaki güzel bağlantıyı anlatmadan geçmem. Geçer miyim hiç? Ancak wrestler, şampiyon deyip aksiyon filmi beklemeyin. Baştan uyarımı yapayım. İkincisinde atış serbest.


Gençliğinde Flash Tv güreşçileri kadar ünlü olan bir adam var karşımızda. Ancak artık işler eskisi gibi değil. Yaşlanılmış, yıpranılmış, her sene birer birer seviye düşülmüş. İşin dibi bulunmuş. İşte her şey bu durumlar üzerinden yola çıkıyor. Zaten öyle komplike bir konusu olan bir film değil. Oldukça basit ve normal bir film var karşımızda. Dikkat çeken tarafı da bu normallik zaten.

İzlerken Ram'in geçmişine olan saygıyı, ne kadar ünlü olduğunu çok rahat anlıyorsunuz. Geçmişi sayesinde ayakta duran bir adam ve yine geçmişi yüzünden düşen bir adam.


Bir yere kadar belki o da farkındadır durumun , kendini kaptırmıştır dedim ama eski nintendo'da hala kendi oyununu oynadığınıu görünce ''bu adam bir yerde tıkanmış'' demeden edemiyrosunuz. Geçmişte maddi olarak iyi olan Ram'in maneviyatta nasıl olduğu sorusuna Ram'in kızı (Evan Rachel Wood) tokat gibi çarpıyor. Yine de Ram'in kızı dışında geçmişine hala özlem duyan bir adam olduğunu biliyoruz. Cobain'e kadar her şey iyi değil miydi zaten?

Hoşuma gitmeyen bir kısım varsa o da bir sahnede İran (başka bir yer olsa şaşardım) bayrağının kırılıp fırlatılmasıydı. Belki de bunlar yaşanan şeyler ama olmamalıydı. Onu da doğallığa verelim biz yine iyi niyetli olalım.


Filmin afişinde olduğu gibi dirilmeye, düzelmeye çalışan ancak bir türlü düzlüğe çıkamayan bir adamı izliyoruz. Her yerde karşısına eski günler çıkıyor. Sırf Ram değil elbette. Hoşlandığı striptizciye(Marissa Tomei) bile çevresi bazı şeylerin değiştiğini gösteriyor. Er geç hepimizin başına gelmesi olası değil mi?

İşte başta geçer miyim dediğim nokta bu. Belki Ram istediği dirilişi yakalayamıyor ama Mickey Rourke çok sağlam bitirmiş işi. Karakterle oyuncunun kariyeri bu kadar yakın olabilirdi. Doğallığıysa filmin abartısız atmosferinden kaynaklanıyor. Hiçbir yapaylık yok. Her şey normal. Aroofsky bey Black Swan'da olduğu gibi bu filmde de arkadan takip eden kamerayı kullanmış. (Adını bilen varsa yoruma yazsın) Bizi işin içine sokmuş. Tabii bu film Siyah Kuğu'dan önce onu da söyleyeyim.


Bu blogda Mickey Rourke'dan Animal Factory(Hayvan Fabrikası) isimli filmde bahsetmişim. Orada çok farklıydı her şey. Aronofsky filmi olarak da bir adet Siyah Kuğu yorumumuz vardı. Bu da eklendi Voltran oldu.



Sonuç olarak film olmuş. Tabii beğenmeyenler, ''bir halta benzemiyor'' diyenler olacaktır. Olmalı da. Oscar olayından eli boş dönmüş ama önemli değil. Venedik'ten dönmemiş mesela. Oscar Wilde daha iyi diyorlar ona bakın derim.

İzleyin, izlettirin, iyi seyirler...

Seçtiği kıyafet şaşırtmadı. Beklenirdi.

Not: Kırmızı sözcüklere tıklayarak bağlantıya ulaşabilirsiniz.

12.8.11

Being John Malkovich - John Malkovich Olmak

Hiç başkası olmak istediniz mi? Şimdi olabilirsiniz.

‘’7,5 değil mi?’’ diye sorar asansördeki kadın. ‘’Ah evet’’ .
‘’Ben sana gösteririrm.’’ der ve duvara dayalı levyeyi alır. Elini kontrol panelinin üzerine götürür ve asansörün 7 ile 8 arasına gelmesini bekler. Tam o anda ‘’Stop’’ düğmesine basar.
Asansör sarsılır ve alarm zili çalmaya başlar.
Kadın levyeyi daha öncedende kullanıldığı belli olan asansör kapısının arasına sokar ve kapıyı açar. ‘’7,5’’.
‘’Teşekkürler.’’

Sırf bu sahnesiyle bile bu film beni benden alır. Ne kadar absürd ama ne kadar ciddi olduğunu gördüğünüzde donar kalırsınız. ‘’Ne saçmalıyor bu?’’ ama o saçmalamıyor. Yalnızca 7,5 uncu katta indi hepsi bu. 

Kat 7,5
 Başarılı sayılamayacak bir kuklacı var karşımızda. Craig Scwartz (John Cusack). Hayatı mı? Pek de iyi sayılmaz. Ancak bir gün gazetede iş ararken ‘’Hızlı elleri olan adamlar aranıyor’’ ilanıyla karşılaşıyor ve hayatı bu noktada değişmeye başlıyor. İlan bile absürd. Bu absürdlükler filmi sevmemdeki en büyük etkendir. Çok zevklidir çok ciddidir.  

Şimdi bu filmin olayı John Malkovich olmak. ‘’Hadi yea?!?’’
‘’Nasıl oluyoruz söyleyinde bizde olalım.’’ Derseniz hemen sizi şöyle alalım. Önce John Malkovich’in beynine giden bir geçit buluyorsunuz. Giriyorsunuz. Ta da! 15 dk. Malkovich. İçine girdiğimiz karakterin öylesine bir karakter değilde tanıdığımız bildiğimiz John Malkovich olması çok da hoş olmuş. 

Öncelikle filmde bir tek Craig ve Malkovich yok. Birde Craig’in birlikte yaşadığı kız var ki hani Cameron Diaz’ı bir daha böyle göremezsin. Yüzüne bakmazsın ama adamlar yapmış. Çok da hoş olmuş. (Bakınız 2. paragrafı da aynı cümleyle bitirdim anlayın yani film güzel)

Cameron Diaz - John Cusack

Birde Maxine var ama ismi Maxine mi değil mi emin olamıyoruz. İzleyince neden böyle düşündüğümü anlarsınız. Anlamazsanız gelin buraya söylerim.

Bütün olaylar bu dörtlü ve birde yaşlı amcamız Lester arasında dönüyor ama öyle böyle değil. O ona aşık oluyor o ona giriyor o ondan çıkmıyor. Biraz garip bir cümle oldu ama zaten genel olarak giren çıkan Malkovich’e yani. Malkovich’in Malkovich’e girdiği sahneye dikkat derim. 


Film biri olabilmek ve arzular hakkında gönderiyor da gönderiyor. Ne kadar yetenekli olursanız olun ünlü değilseniz bir hiçsiniz mesela. Ne kadar doğru dersen tartışılır ama burada böyle. Aşkına kavuşabilmek için herkes birbirini aldatıyor bu dünyada. Kimi benliğinden ömür boyu vazgeçiyor kimi aşkından vazgeçiyor. Herkes istediğini almaya çalışıyor ama ne kadar karlılar? Arzular, şan, şöhret uğruna neler dönüyor. En rahatıysa Lester amca oluyor.

Malkovich Malkovich Malkovich!
 Son paragraftan çok farklı altmesajlar çıktığını düşünebilirsiniz ki öyle. Dahası da vardır elbet. Ben bile önemli bir kısmını anlamamışımdır belki ama olay genel olarak bu gibi.

Benim saçma bulduğum bir durum varki o da şu: Bu kadar insan Malkovich’in beynine 200 $ para verip giriyor 15 dk. durup çıkıyor ama bir kişide çıkıp insanlara anlatmıyor mu bak böyle böyle oldu diye. Hani devamında elbet ünlü oluyor bu durum ama hani yalnızca yeni müşteriler gelmesi durumu olmamalıydı. Olsaydı ne olurdu? Filmin gidişatı bozulurdu. İyi olmadı herhalde. En azından bu olmazdı.

Filmle ilgili ilginç bir bakış açısına da ek$i sözlük’te rastladım. Buradan alabilirsiniz: Klik!.






















Olay bu. Oturup ciddi ciddi izlerseniz sizin için iyi olur. Cameron Diaz’a şaşar kalırsınız. John Malkovich’in evinin gerçek evi olup olmadığını düşünürsünüz. Filmin sonunda gördüğünüz Charlie Sheen’i kafasına odaklanırsınız. Finalde düşünürsünüz. ‘’Vay be’’ deyip kalkarsınız. Pişman olmazsınız. (Çok iddialı oldu. Ben yine de ekleyeyim) Sanırım.


Bir gün böyle bir geçit bulmanız ve size açılan bir geçit olmaması dileğiyle. (Çıkarcılığın da dibine vururum böyle)

İzleyin, izlettirin, iyi seyirler....

9.8.11

Dead Poets Society - Ölü Ozanlar Derneği




‘’O Captain My captain!’’* diye sesleniyor Todd Anderson. Öğrenciler bu hareketle beraber cesaretlenip teker teker sıraların üstüne çıkıyorlar. Bazıları korkuyor ama içlerinden diyorlar ki ‘’Carpe Diem ulan!’’. Edebiyat öğretmenler Bay Keating bakıyor gururla. Eserini görüyor. Bir yandanda anı yaşatmayan öğretmen etrafta dolanıp başarısız bir şekilde öğrencileri yerine oturtmaya çalışıyor ‘’Oturun yerinize!’’ama nafile. Kalkmayanların ise öğretmenin yüzüne bakacak cesareti yok. ‘’Teşekkürler çocuklar!’’ diyor Bay Keating ve bitiyor her şey. Gayda eşliğinde müzik arka fonda çalıyor.


Şimdi gelelim her şeyin başına. Böylesine dramatik bir finale sahip bir film nasıl olabilir? Bu arada finali verdim ama siz tabi ki yılmayıp izleyeceksiniz. Böyle bir film güzel olabilir evet. Gaz olabilir, hüzünlü olabilir, umut verici veya hayal kırıcı olabilir. Ya da hepsi bir arada olabilir. Evet, hepsi bir arada olabilir.

Welton Lisesi yeni bir öğretim yılına başlıyordur. Başarısıyla övünen, öğrencilerinin büyük kısmını her sene Ivy League’e* sokmakla meşgul bir okul. Yeni edebiyat öğretmenleri Bay Keating(Robin Wiliams). – Evet finaldeki adam – Yine bu okuldan mezun. Okulun gelenek haline gelmiş bir açılış seramonisi var. Gelenek, onur, disiplin ve mükemmellik üzerine kurulmuş ahlaki temelleri var. Düşününce oldukça sert. Keating’e göre değil. ‘’Ama Keating’de bu okulda okumadı mı nasıl yani?’’ öyle yani.

Keating’in dersleri farklı. Belkide daha önce hiç görülmemiş şekilde. Her fırsatta öğrencileri kendi olmaya çağıran, beğenmedi bölümleri kitaplardan yırttıran, bahçeye çıkıp ders yapan bir öğretmen. Bunları da latince ‘’Anı yaşa’’ anlamına gelen ‘’Carpe Diem’’ felsefesi üzerine oturtmuş.

Carpe Diem olayı film boyunca bütün öğrencilerin ne kadar bastırılmış bir şekilde yaşadıklarını gösteriyor bize. Hepsi başlıyor açılmaya. Kendi hayallerini ortaya çıkarıyorlar yavaş yavaş. Ölü ozanlar derneği’ni tekrar canlandırıyorlar. Keating mi? Haberi bile yok. 

Hayata farklı bir açıdan bakmamızı tembihleyen, çoğunluğun bir elemanı olmamamızı öğütleyen bir felsefe. Hoi Polloi'den* uzak dur. Kendin ol.

 Todd mesela. Başarılı ağabeyinin izinden gitmek zorunda hissetirilen ama o bunu istemeyen, zaten o kadar da başarılı olamayan bir öğrenci. Ailesinden uzak ve ailesinin ona geçen sene aldığı şeyi unutup tekrar aldığı bir çocuk. Yazık di mi?


Kimi oyunculuk yapmak istiyor, kimi şiir yazıyor, kimi hoşlandığı kızın peşinden koşuyor. Biri oluyor Nuwanda. O zaten kopmuş. Her şey çok güzel. Hayattn farklı beklentileri olan gençler daha bir umutlu. Welton’ın, ailelerinin, öğretmenlerinin, sosyal yaşamın baskılarına karşı dik durmaya çalışıyorlar. Gerçek böyle mi oluyor? Hayır. 

Bir sahnede Neill’ın babası okulda fazla sosyal aktiviteye katıldığı için onun faaliyetleri azalttığını söylüyor. Neill tabi ki karşı çıkıyor. Babası tıp okulunu kazanana kadar ne derse o olacağını ondan sonra istediğini yapabileceğini söylüyor. Haklı mı? Belki ama gençlik ateşiyle yanıp tutuşan özgür bir ruhun için tam bir hapis hayatı.

Öğrenciler başlıyor Carpe Diem aşağı Carpe Diem yukarı. Filmin ortalarında ortam o kadar coşkulu ki o kadar mutlu ki. Adamlar anı yaşıyor. İstediklerini yapıyorlar. Bir bakıma da her şeyin arkasında Keating var.


Gelelim filmin sonuna. Ne demiştik ‘’O Captain My Captain!’’ Herkes ayakta anı yaşıyorlar. Ne oldu peki? Neill mı? Sonu iyi olmadı. Nuwanda? Atıldı. Öğrencilerin arası bozuldu grubu dağıldı. Keating? Kovuldu. Anı yaşadılar ve sonu bu.

Keating’in amacı bu muydu? Gördüğü  bu ezilmiş gençliğe anı yaşatıp ögür kılmak mı? Belki de. Belki de öğrencilere anı yaşamanın sonuçlarını göstermek istedi. Ya da çevre onlara gösterdi. Belki de Neill’ın babası haklıydı. Okulunu okuyana kadar anı yaşama. Sonra ne istersen yap. Keating’de öyle yapmıyor muydu? O da Welton’dan mezun değil miydi? Ancak bir bakmışız öğretmenken istediğini yapıyor. Burada istedğinden kastım kendine göre doğruları yapıyor olması. Her şekilde yorumlanabilir.

Ölü Ozanlar Derneği mi? Keating’in zamanında kurduğu geceleri okulun yakınındaki bir mağarada toplanan bir klüp. Bizim meraklı öğrencilerimiz öğrenip tekrar diriltiyorlar. 



Filmde Ethan Hawke’ın gençliğini görüyoruz  ‘’vay canına!’’ diyoruz. Seramoni sahnesinde yuıkarıda Türk bayrağı görüyoruz ‘’ilginç’’ diyoruz. Yapım yılı olan 1989 a bakıyoruz ‘’şimdi amma büyümüşyüt bu gençler’’ diyoruz.

N.H Klein baum’un aynı adlı eserinden uyarlanmış bir film. Yeri gelmişken onu da okuyun iyi gelir.

İşte böyle bir film Dead Poets Society. Umut veriyor ama o umudu patlatmasını da biliyor. Adeta yüzümüze vururcasına. ‘’Gerçekte bak böyle olabilir dikkat et’’ dercesine. Yine de Carpe Diem!

İzleyin, izlettirin, iyi seyirler...


Not*: O Captain My Captain! Lafı Walt Whitman’ın Abraham Lincoln’e yazdığı bir şiir. Bay Keating de öğrencilerin ona böyle seslenmelerini istiyor.

Not*: Ivy League ABD'nin kuzeydoğusundaki sekiz vakıf üniversitesinin oluşturduğu birlik. Elit okullar var bu birlikte. 

Not*: Hoi Polloi. Yunanca sürü, çoğunluk anlamına geliyor. Yalnızca kitapta mı var yoksa filmde de var mı tam kestiremiyorum.

12.6.11

Monty Python and the Holy Grail - Monty Python ve Kutsal Kase

 
Gelmiş geçmiş en absürd komedi filmlerinden biri desek yanılma payımız hiç yok. ''Kaç tane absürd komedi izledin?'' desen ''Az'' derim ama Python'lar öyle bir işe imza atmış ki bunu gayet emin bir şekilde söyleyebilirim. Yalnız belirteyim; Python'ların bu absürd komedisi o kadar zekice o kadar yaratıcı ki kesinlikle laf söylenemez. Tabi bu değerlendirmeleri yaparken öncelikle filmin 1975 yapımı olduğunu ve bu tip mizah anlayışının öncüleri olan bir grubun elinden çıktığını belirtmek gerekir. Yalnızca son 10 yılın yapımlarıyla ilgilenmiş millenium izleyicisinin ilgisini çekmeyebilir hatta çok farklı damgalar yiyebilir. Ancak yazının devamında vereceğim örneklerden anlayacaksınız ki bu adamlar kendi alanlarının geleceğini değiştiren adamlar. Komediyi değiştiren adamlar...

Yazıya başlarken öncelikle bilmeyenler için Monty Python hakkında bilgi vereyim: 1969 yılında 6 üyesi ile BBC de skeç şovleri yapan bir komedi grubu Monty Python. Aktif oldukları yıllar içerisinde birçok gösteri, sinema filmi, tv şovuna imza atmış ve o zaman bile komedi dünyasına damga vurmuşlardır. Tabi ki her şey bu kadar basit değil ama daha fazlasını merak eden varsa googlelar olur biter. Umarım küstah olarak nitelendirilmem.

Gelelim filmimize: İngilizlerin kendileriyle bağdaştırdığı Kral Arthur Efsanesi'ni temel alarak bunun üzerinden hikayelerin geliştiği bir film. Filmimiz Kral Arthur olduğunu iddia eden ancak atı bile olmayan Kral Arthur ile başlıyor. Tabi ilk olarak burada kafanız karışıyor çünkü Arthur ata binmiyor çünkü at yok. Bu kafa karışıklığı bütün film boyunca sürecek anlamsız bir gülümsemenin yüzünüzde belirmesi için yeterli.


Dediğim gibi Kral Arthur diyar diyar dolaşarak Yuvarlak Masa Şövalyelerini toplayarak işe koyulmak istiyor. Tabi hepsini teker teker buluyor. Tahmin edeceğiniz üzere hiçbir şövalye beklenildiği gibi değil. Film hakkında ne kadar konuşursam konuşayım spoiler verme imkanım o kadar sınırlı ki rahat olmamam için bir sebep yok.

Filme ismini veren Kutsal Kase bildiğimiz Hristiyanlık dini için kutsal kabul edilen kase. Alakası ise Tanrı tarafından Kral Arthur ve şövalyelerine kutsal akseyi bulma görevi verilmesi. Filmde bundan sonraki olaylar karakterlerimizin arayış maceraları üzerine odaklanıyor.


Pyhonlar filmde halkın o zaman için kolay kolay dile getiremeyeceği konular üzerinde çalışmış. Din, politika, Fransız-İngiliz ilişkileri, efsanelerin saçmalıkları gibi birbirinden sağlam konular bunlar. İngilizce öğretmenimden öğrendiğim kadarıyla - kendisi ingilizdir - film vizyona girdiğinde sinema salonlarının önünde din adamları insanları filme girmemeleri için uyarmış. Bu durum elimizdeki en büyük kanıt olsa gerek.  




Akılcılığı ve yaratıclığıyla baştan sona filmi gülücükler yer yer kahkahalarla izlemenize neden oluyor ancak esprileri daha dengeli dağıtabilselermiş çok daha iyi olurmuş. Gerçi bazı sahnelerde aldığımız reaksiyonun gazı bizi bütün film götürüyor ki bu ''bazı'' öyle yavana atılacak gibi değil. Bana göre filmin patlama anı Truva Tavşanıydı. O sahneyede dikkat lütfen.Birde Arthur ile sendikalist köylünün tartışması muhteşem.

Filmdeki etkenler Çılgın Korsan Jack çizgin filminden tutunda Warcraft oyunlarına kadar birçok kesimi etkilemiş. Bu kesimlere İngiliz komedi anlayışı ve gelecek komedi filmleri de dahil. Zaten Python'ların en önemli özellikleri de bu.
Sir Robin - Üç Kafalı Şövalye

Yazıyı filmde Sir Robin'in ozanları tarafından söylenen dizelerle bitirmek istiyorum. Kayıtlara geçsin.
 
bravely bold sir robin, rode forth from camelot.
he was not afraid to die, o brave sir robin.
he was not at all afraid to be killed in nasty ways.
brave, brave, brave, brave sir robin!
he was not in the least bit scared to be mashed into a pulp,
or to have his eyes gouged out, and his elbows broken.
to have his kneecaps split, and his body burned away, and his limbs all hacked and mangled, brave sir robin!
his head smashed in and his heart cut out,
and his liver removed and his bowls unplugged,
and his nostrils raped and his bottom burned off, and his penis...-- 
Robin: that's -- that's, uh, that's enough music for now, lads. looks like there's dirty work afoot.

İzleyin, izlettirin, iyi seyirler...

Not: Tanrı'nın kime benzediğine dikkat.
Not: Baştaki jeneriği geçmeyin.

9.6.11

Animal Factory - Hayvan Fabrikası



Uzun bir aradan sonraki ilk yazım. Biraz heyecan var gibi. Tamamen şans eseri olarak elime geçti Animal Factory. İsminden başka herhangi bir bilgim yoktu ancak yönetmen koltuğunda Steve Buscemi'yi görünce dayanamayıp küçük çaplı bir inceleme yaptım. Oyuncuları, konuyu ve kitap uyarlaması olduğunu görünce dayanamayıp izledim. Sonuç mu? Göreceğiz.

Uyuşturucu problemlerinden dolayı suçlu olarak yargılanıp hapse gönderilen kalburüstü bir aileden gelen Ron Decker (Edward Furlong) var karşımızda. Tamamen yargının toplumun farklı taraflarına haksızlık olmasın diye cezalandırılmış bir karakter. Bu durumu görünce ''Sokaklarda katiller, hırsızlar, uyşturucu satıcıları ve her türlü pislik fink atarken nedir bu eşitlikçi yaklaşım?'' demeden edemiyor insan. Sonunda da ''eşitlikçi ve dürüst'' Amerikan yargısı amacına ulaşıyor.

Edward Furlong - William Dafoe

Karakterimizin girdiği hapishane filmin ismi gibi tam bir hayvan fabrikası. Zaten Amerikan kültüründe gördüğümüz hapishane yapısı çoğunlukla uyuşturucu trafiği, eşcinseller, birbirini asıp kesen adamlar ve avluda bench press yapan adamlardan oluşuyor. Ancak bu filmde ilgimi çeken bir unsur, hapishane içerisinde mahkumların kendi entrümanlarını kullanabilmesiydi. İlginçtir ki burada aklıma Türk hapishane yapısındaki bağlamayla türkü söyleyen mahkum modeli geldi. 

İşte bu ''hayvan fabrikası''nda oldukça sağlam bir ölüm kalım mücadelesi var. Kendine çevre bulup arkadaş edinenler sağ çıkıyor, yalnız kalanlar ise oldukça kötü sonlarla buluşuyor. Burada da devreye deneyimli mahkum Earl Copen (William Dafoe) giriyor ve Ron'a sahip çıkıyor. Bu noktada da karakterimizin hayatının kurtulduğunu söyleyebiliriz.Bu filmde kesin bir kötü adam belirlemenin imkanı yok çünkü herkes kendi içinde birer kötü adam.


Yargı tahliye talebini oldukça ilginç bir nedenle geri çeviriyor ki adeta üç maymunu oynuyor. Herkes hapishanenin problemsiz bir harikalar diyarı olduğunu farzederek  insanları çetelere katıldığı için topluma hala zararlı olabileceğini öne sürüyor. Peki bilmiyorlar mı ki sığınacak bir ada bulmadan bu insanların tutunamayacağını. Elbette biliyorlar ancak kimse uğraşmaz. Belki de bu yüzden hapishaneler hayvanları hayvan olarak geri çıkaran hayvan fabrikaları.

Edward Furlong - Mark Engelhardt - William Dafoe
 Aslında daha güzel şekilde yönlendirilip daha iyi sonuçlar elde edilebilecek bir film. Ana karakterle üzerinde gerektiği gibi durulmamış. Karakterler hakkında az bilgi verildiği için belki de ilk boşluk burada oluşuyor. Ardından hikayenin işlenişi sırasında bazı atlamalar yapılmış ve bu bölümler havada kalmış. Tabi ben bu yorumları aynı isimli romanı okumadan yapıyorum ancak kitabı olduğunu bilmeyen bir izleyici bu durumu yakalayabilir. Belki de orijinalinde durum buydu ve Steve Buscemi bu şekilde işleme gereği duydu derdim ama romanın yazarı da filmin senaristleri arasında olunca olmuyor. Yine de oldukça gerçekçi ve fantaziye kaçmayan bir film ortaya çıkmış.



Birkaç ekleme yapmak istiyorum. Bir sahnede gördüğümüz müzik grubu gerçekte de var olan Anthony and the johnsons isimli bir İngiliz deneysel müzik grubuymuş. Yönetmenimiz Steve Buscemi'yi birkaç sahnede kısa sürelerde görmek oldukça hoş oldu. Ayrıca filmde set işlerinin bir kısmında ve özellikle figüranlıkta birçok gerçek mahkum kullanılmış.


Ben bu Ron Decker'ı nereden tanıyorum diyen varsa aklına American History X'i veya Terminator serisini getirebilir. Cevabı bulacaktır. Afişi nereden biliyorum diyen varsa başrollerini Steve McQueen ve Dustin Hoffman'ın paylaştığı Papillon'un afişini getirebilirler, gelmiyorsa googlelayabilirler. Son olarak filmde oldukça ilginç bir şekilde Mickey Rourke'u göreceksiniz ancak nerede olduğunu siz bulun söylersem olmaz.

İzleyin, izlettirin, iyi seyirler...

8.6.11

Dönüş - Diriliş


Bir zamanlar bu blogu takip edenler varsa farketmiştir ki yaklaşık 2-2,5 aylık bir süredir herhangi bir aktivite yok. İlk 1 ayki süre tamamen blogspota ulaşımın kapatılmasından kaynaklanan bir problem, ardından gelen zaman ise filmin kötü adamı'nın başka problemlerle meşgul olmasından kaynaklanmıştır. Umarım bu durum tekrarlanmaz ve nacizane blogumu yazmaya devam eder, ilgilenenlerin okumasını sağlarım.

İnternet dünyasında ise sansürcü anlayış artarak devam etmekte. Bu süre içinde 22 Ağustos filtrelemesine karşı önemli protesto gösterileri yapıldı. Sözlüklerin ve birçok önemli platformun desteğiyle gerçekleştirilen bu eylemler desteği fazlasıyla hakediyor. Filmin Kötü Adamı'da desteğini esirgemiyor. Bu da bilinsin.

Sinema dünyası bu 2 aylık süreyi boş geçirmedi. Dünyada yüzlerce film vizyona girdi. Ülkemizda 30. İstanbul Film Festivali, !f Film Festivali, Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali yapıldı. Ayrıca 64. Cannes film Festivali mayıs ayında gerçekleştirildi ve 4. kez festivale katılan Nuri Bilge Ceylan bir kez daha ödül aldı ve bizi gururlandırdı. Sinema dünyası durmuyor ki yetişesiniz.

filmin köü adamı olarak da ileriki günlerde sizlerle film yorumları, film tavsiyeleri, önemli haberler ve kafama esen her şeyi paylaşmaya çalışacağım.

Bu arada resimdeki bey Humphrey Bogart.

İzleyin, izlettirin, iyi seyirler...
               

12 Angry Men - 12 Kızgın Adam


Merhaba sevgili okurlar, bu yazımda oldukça heyecanlı ve zevkli bir film olan, 12 Angry Men hakkında bilgi vererek başlamak istiyorum.
              
Yönetmenliği Sidney Lumet tarafından yapılmıştır. Ayrıca vurgulamak isterim ki bu film Sidney Lumet'in ilk sinema filmdir. Öykü ise Reginald Rose tarafından bir tiyatro oyunundan uyarlanmıştır. Zaten filmi izlerken sahnelerin ne kadar teatral olduğunu rahatlıkla anlayabilrisiniz. Filmde zamanın çok önemli isimleri Henry Fonda, Lee J. Cobb ve Martin Balsam gibi çok başarılı aktörler yer almaktadır. Tabii bu güzel film takdir edersiniz ki ödül almadan duramamış. Yılın en iyi yönetmeninden, en iyi sinemaya uyarlama ödülüne kadar ortalığı silip süpürmüştür.
              

Birazda filmin konusundan bilgi vermek isterim. Hikayemiz, bir mahkeme odasında başlar. Babasını öldürmekle suçlanan ve fakir bir mahallede büyüyen, yaklaşık olarak 17-18 yaşlarındaki bir çocuğun durumunu anlatmaktadır. Şunuda belirtmek isterimki eğer suçlu bulunursa idam cezası alacaktır. Yargıç kararı vermiştir ve söz artık jüriye kalmıştır. Jüri filmin isminede ilham kaynağıolan 12 kişiden oluşmaktadır ve bu 12 kişide çocuğun suçlu veya suçsuz olduğuna dair hem fikir olmalılardır. Aksi takdirde jüri askıya alınır ve yeni jüriler bulunarak dava sonuçlandırılmaya çalışılır.


Juri odasına girilmiştir ve etraf sessizliğe bürünmüştür. 1 numaralı jüri olan jüri başkanı bir oylama başlatmıştır. Aslında bu oylama bi yerde çocugun kaderini belirleyecektir. 12 jüriden 11 tanesi “Suçlu” kararına varmış fakat sadece 8 numaralı jüri (Henry Fonda) “Suçlu Değil” demiştir. Bu filmde 8 numaralı jürinin diğer tüm jürileri ikna etmeye çalışmasından ve 8 numaralı jürinin büyük bir sabır ve azimle 11 kişininde fikirlerini değiştirmeye çalışmasından ibarettir. Doğal olarak filmin sonu baştan beri tahmin edilen şekildedir. Yani DVD'yi alıp arkasını okuyan bir insan bile bunu rahatlıkla anlayabilir. Tabi ki ben bunu bir eksiklik olarak görmüyorum.


12 Kızgın Adam ismini toplumsal problemlere tepkili, istediği sonuçları elde edemeden yaşayanadamlardan almışta diyebiliriz. Bu adamlar ki zamanında cezasız bırakılan suçlulara duydukları tepkiyi ilk fırsatta suçlu olabilecek birine göstermek istiyorlar. Aslında hepimizin birer kızgın adamdeğil miyiz?



Film bize ciddi meselelerdeki aceleciliğin ne kadar önemli sonuçlar doğuracağını göstermiştir.. Ayrıca bu film, o zamanki mahkeme sisteminin nasıl işlediğini ve  nasıl olduğuna da değinmeyi ihmal etmemiştir. 12 Angry Men, sonunun tahmin edilmesine rağmen son saniyesine kadar heyecanla izlediğim ender filmlerden bir tanesidir ve mutlaka izlenmelidir. Gerek oyunculuğu gerekse yönetmenliğiyle oldukça başarılı bir filmdir.

İzleyin, izlettirin, iyi seyirler...

A.A.A

*Konuk yazarımıza teşekkürlerimi sunarım.

5.3.11

Bloguma Dokunma


Belki bizi yüzbinler, milyonlar okumuyor ama birkaç kişinin yaptıklarını tüm blogspot alemine yıkmak hiç doğru değil. Milyonlarca yazarı mağdur ettiklerinin farkındalar ama futbol maçı yayınlamak için o kadar çok para veriyorlarki en ufak şeylerde böyle icraatlara girişiyorlar. Tamda imaj yeniledikleri bir zamana gelmesi tesadüf olmasa gerek. Digiturk'ün sansürcü yaklaşımını kınıyorum. Gerçi benim bunları yazmam bu resmi koymam pek bir işe yaramaz. Gerçek anlamda bir tepki gösterilmediği sürece. Umarım bu engellemeler bir an önce son bulur. Başka blog sağlayıcılarına geçmeye çalışanlarda ne yaptıklarının farkına varsınlar. İzleyin,izlettirin.
İyi seyirler...

25.2.11

Black Swan - Siyah Kuğu


Daha çıkmadan adından söz edilmeye başlanan, hakkında birçok ödül ve adaylık yazılıp çizilen bir film Black Swan. Benimde izlememe neden olan en önemli etkenlerden biri de buydu. Birde çıktığı andan itibaren IMDB'de ilk 250 ye girmesi ve Oscar adaylığı. Fazla uzatmadan başlayayım. Önümde uzun bir yazı var.

Afişte de gördüğünüz gibi Natalie Portman, Vincent Cassel, Mila Kunis ve azda olsa bir tutam Winona Ryder. Baştan söyleyeyim, Darren Aronofsky ile beraber herkes çok iyi iş çıkarmış.

Açılış

İlginç ve bir o kadar da hoş bir açılış sahnesiyle başlıyor filmimiz. Belki de gidişatı ve sonu hakkında bilgi verir nitelikte. Güzel beyaz bir dansçının veya kuğunun başta yakışıklı bir dansçı ancak daha sonra çirkin bir siyah kuğu tarafından kontrol edilmesi. Rüya veya gelecekle başlayan başka bir film daha.

Karakterimiz Nina'nın  (Natalie Portman) filmin başından itibaren temizliği, saflığı, kırılganlığı tabiri caizse ''gözümüse sokuluyor'' ki bu durum filmin devamı için oldukça önemli. Odası, kıyafetleri, kendisi hatta telefonunun teması bile. Her şey ya beyaz ya da pembe. El değmemiş bir saflık.

İşte Lily'nin (Mila Kunis) ve rolün etkisiyle bu saflık yavaş yavaş bozuluyor, karanlık hayaller artıyor. İnsan düşündükçe ''iki zıt karakteri oynamak bu kadar zor mu?'' diye soruyor kendine. Takıntılı anne karakterimiz ise başlarda oldukça sinir bozucu ancak daha sonraki durumlarda acımamak elde değil.

Nina'nın Lily'e olan ilgisi onu her gördüğü sahnede belli oluyor. Zaten hayaller onu gördüğü andan itibaren başlıyor ve sona kadar belki de Nina'nın bir parçası oluyor.

Natlie Portman ve Vincent Cassel

Film aslında tam bir dönüşüm filmi. İyiden kötüye, aydınlıktan karanlığa, beyazdan siyaha. Ancak bu değişim bir yerde tam anlamıyla gerçekleşmiyor ve Nina arada sıkışıp kalıyor. Bu da karakterin durumunu çok daha ciddileştiriyor. Bu duruma neden olan en büyük etkenlerden biri Nina'nın hocası Thomas (Vincen Cassel). Onu kendi sınırlarını zorlaması için baskı altında bırakıyor. Ancak kesinlikle kötü bir niyeti yok. Bu savaşların hepsi Nina'nın içinde gerçekleşiyor. Aslında her şey akıp gidiyor.

Tabi bu arada kalma durumu Nina'nın tam anlamıyla dönüşüm geçirmesiyle sona eriyor ve Nina karanlığa, siyaha geçiyor.


Her şey Thomas'ın prova sahnesinde söyledikleriyle paralel gerçekleşiyor:
''Hayallerin tadına vardın, onara dokundun geriye sadece onları yıkmak kaldı. Kalbin kırık, yaralı, ruhun perişan, kan ağlıyor. Siyah kuğu aşkını çaldı. Acını sona erdirmenin tek bir yolu var. Korkmuyorsun, her şeyi kabullenmişsin.'' İşte belki de bu sözler filmin özeti. Her şey bu doğrultuda ilerliyor ve son buluyor.

Film boyunca çeşitli sahnelerde gizlenmiş şekilde gördüğümüz ürpertici derecede çirkin siyah kuğu kostümlü kişinin sonlara doğru sahne arkasından gerçek haliyle geçmesi ve Nina'ya ''hey'' diye selam vermesi bu sırada ışıkların kapanma sesi geldiği anda izleyicinin kafasında kurduğu her şeyi bitirir nitelikte. Çok hoş.

Kapanış

Önceden bahsettiğim değişim varya, işte onu unutun. Çünkü gerçek değişim finalde. Nina'nın kendi içindeki iyilik ve kötülüğün savaşı vücut buluyor. Belkide başından beri tahmin edilen ancak birkaç sürpriz dışında çok çarpıcı ve bir o kadarda güzel bir final.

Aronofsky'nin oldukça iyi bir iş çıkardığını kanıtlıyor. Hareketli kameralarla bizi olayın içindeymiş gibi hissettiriyor. Natalie Posrtman ise harikalar yaratmış. Pazar günkü Oscar'a gelecek olursak King's Speech gibi bir film karşısında ne kadar başarılı olur onu bilemem ama Natalie Portman heykelciği kesin alacak gibi. Tabi bu yorumu her filmi izlediğim için değil bazıları hakkında fikrim olduğu için yapıyorum. Göreceğiz.



Birde şu ana kadar eğer yazılarımı baştan sona kadar okuyan veya takip eden varsa ki yoktur herhalde. ''Neden bu adam izlediği filmleri bu kadar övüyor?'' diyebilir. Haklıdır da. Onun da cevabını şöyle vereyim. Beğendiğim filmleri yazıyorum. Bu kadar basit bir açıllaması var. Black Swan'a gelince, kesinlikle izlemelisiniz. İzledikten sonra Tchaikovski'nin kuğu gölü müziği kafanızda bir 10-15 dakika çalmaya devam ediyor. İzleyin, izlettirin.

İyi seyirler...

12.2.11

The Deer Hunter - Avcı



fkaa*:Deer Hunter diye film var izleyelim mi?
fka*  :İzleyelim. 
fkaa:İyi o zaman.
fka  :Öhh 3 saat
fkaa:Ne yapalım o zaman?
fka  :Bilmem
fkaa:Başka ne film var?
fka :Var işte bir sürü
fkaa:Ne izleyelim söyle
fka :İyi aç Deer Hunter'ı izleyelim. Avcılıkla ilgili herhalde.

İşte The Deer Hunter'ı böyle izlemeye karar verildi. Uzun olması dolayısıyla biraz tırstık ama başladık izlemeye. Filmimiz 1978 yapımı, Robert De Niro, Christopher Walken, John Savage, Meryl Streep gibi çok sağlam bir kadrosu var. Uzunluğuna bakarak izlemekten vazgeçmeyin yazık olur. Aslında 6-7 tane film izledim ama bunu yazmaya karar verdim. Uzun bir ara vermemin nedeni ise tamamen tembellik. İnşallah bu yazıları okuyanlar vardır.

Christopher Walken ve Robert DeNiro
İlk önce biraz konudan bahsedip daha sonra mesajlara döneceğim. Zaten son yazılarımda böyle bir çizgi tutturmaya çalışıyorum. Şükür ki şu anlık her şey yolunda. Amerikan kasabalarının birinde ki bu kasaba Pennsylvania'da. Rus kökenli aileler ve çocuklarından oluşan bir ekip. Ancak filmin anlamadığım kısmı, bu kasabanın tamamen mi Doğu Avrupalılardan oluştuğu yoksa bir kısmının mı böyle olduğu. Bu sorurnun nedenini yazının devamında söyleyeğim. Bir türlü giremedim konuya.

Bu gençler avcılık olayını hobi olarak benimsemiş durumdalar. Boş vakitlerinde avcılıkla uğraşıyorlar. Ancak filmimiz tam da Vietnam Savaşı zamanında geçiyor ve bu gençler orduya yazılmışlar. Üçü savaşa gidecekler. İşte afişimizin neden bu şekilde olduğu da bu savaşın karakterlerimize çektirdiklerinin sonucu. Savaşta esir düştükleri Vietkong askerleri tarafından Rus ruleti oynatılıyorlar ve olaylar gelişiyor.


Şimdi gelelim neden kasabanın Rus populasyonuna karar veremediğime: Öncelikle sağolsunlar filmimizin başında bir düğün sahnesi var ki evlere şenlik. Bir düğün yapıyorlar bir düğün yapıyorlar. Yapmalarında sorun yok ama bu kalabalık nedir? Bu oyunlar nedir? Herkes sorunsuz bir şekilde yerel dans ve şarkılara eşlik ediyor. Birde işin ilginç tarafı bizim bu düğünün her anını izliyor olmamız. Yanlış hatırlamıyorsam 35-40 dakikaya yakın düğün izliyoruz. Ancak daha sonra düşününce bu durum oldukça mantıklı. Bize bu insanların önceden ne kadar birbirine bağlı olduklarını göstermeden ileride yaşadıkları problemlerde onlarla birlikte o acıları düşünebilmemiz buna bağlıymış meğer.

Rulet sahnesinde Christopher Walken
İzlerken aklınıza takılan ve en çok tepkinizi çeken durum şu: ''Ya bunların ne işi var savaşta. Otursunlar oturdukları yerde.'' İşte burada da devreye gereksiz bir Amerika sevgisi ortaya giriyor. Amerikalı bile olmayan bu insanların neden Amerikanın haksız olduğu bir savaşa dünyanın öbür ucuna gitmek konusunda bu kadar istekli olduklarının birkaç nedeni olabilir ama benim aklıma gelen öncelikli durum şu: Bu insanlar tartışmasız bir şekilde ya Rus kökenli ya da Doğu Avrupalılar. - İkisi de birbirine yakın kapılara çıkıyor. - Öyle bir dönemde kendilerini Amerikan toplumuna kabullendirmeye, adapte etmeye ''bakın bizde Amerikayı seviyoruz.'' haline sokmak olabilir. Ancak filmde bu konudan hiç bahsedilmiyor. Hatta üzerinde birkaç sahne dışında hiç kafa bile yormuyorlar. Düğünden sonra bir bakmışız savaştayız.
 
Ancak savaştan dönüş her savaş gazisinde olduğu gibi hiçte olumlu sonuç vermiyor. Hepsinin hayatı köklü bir şekilde değişiyor. Hepsinin sonu farklı bitiyor. Sadece şunu söyleyebilirim. Hiçbirinin sonu iyi değil. İşin ilginç yanlarından biri de yine bu insaları alkışlarla, tebriklerle savaşa gönderen insanların dömüüşte de aynı şekilde bir hava yakalaması ve yine partiler hazırlamasıydı. Gerçekler bile bu insanları yıldırmamış ya ne diyebilirim. Siz Amerikan cesaret şarkılarınızı söylemeye devam edin.


Michael'ın (Robert De Niro) savaştan döndükten sonra gittiği avda gördüğü geyiği vurmamasının nedeni tamamiyle ölümün gerçek yüzünü görmesidir. Ölümün, öldürmenin ve ölmenin ne demek olduğunu anlaması ve o hayvanın sadece zevk uğruna öldürülmesine karşı durmak, taraf değiştirmektir. Vietnam'da esirlere yapılan muamelede aynı değil miydi. Aynıydı. İşte bu yüzden geyiğin canını bağışladı ve taraf değiştirdi.

Filmde kafama takılan bir nokta daha vardı ki o da şu: Düğün sırasında gelen askerin akıbeti. Nedir, ne iş yapar, neden geldi, kimi tanır, amacı nedir? Bu soruların hiçbirine cevap verilmedi. Biraz düşünürsek savaştan dönen başka bir gazi olduğu ve onunda tamamen depresyonda olduğunu belki farkederiz. Ancak o anda aklınıza ''herhalde bunları götürmeye geldi'' geliyor.


Fragmanda filmin ismini neden her sahnenin ardından yazdıklarını anlamadım.

Son olarak Meryl Streep'in biraz geri planda kaldığını düşünüyorum. Gerçi bu kadar önemli oyuncunun yanında ''e daha ne olsun'' diyebilirisiniz ancak bir kademe daha önde olsa tam havayı yakalardı. Ayrıca düğünden sonra gecenin bir yarısı arabada çekilen sahnede Christopher Walken oldukça kormuş çünkü hıza karşı fobisi varmış. Bende IMDB'nin yalancısıyım.

İşte Deer Hunter böyle bir film. Filmin mesaj verip vermediği size kalmış. Belkide ben kendimi zorlayıp böyle çıkarımlarda bulundum. Belki de yazarların ve yönetmenin hiç böyle bir amacı yoktu ama böyle düşününce filmden zevk aldığınızı anlıyorsunuz. İzlenebilecek bir film. O kadar düğün sahnesi izlemenize rağmen hiç sıkılmıyorsunuz. Ayrıca avcılık gibi bir olaya tamamen karşıyım. Bunu da belirtmeden geçmeyeyim. Böyle yanlış, böyle gereksiz bir uğraş yok.

İzleyin, izlettirin.
İyi seyirler...

*fka: filmin kötü adamı
*fkaa: filmin kötü adamının arkadaşı

2.2.11

Paths of Glory - Zafer Yolları


Birçok ülkede özellikle Fransa'da uzun yıllar yayınlanmayan ve ülkemizde de Zafer Yolları ismiyle yayınlanan bir film Paths of Glory. Usta Yönetmen Stanley Kubrick'in militarizmle ilgili ilk filmi. Ardından gelen Full Metal Jacket kadar iyi fakat Dr.Strangelove'ı ya anlamadığım ya da çok absürd geldiği için kıyaslamaya almayacağım bir film. İzlememin nedeni ise ''Şu Kubrick'in filmlerini izleyip bitirelimde aradan çıksın'' demem. Aradan çıksın olayı yanlış anlaşılmasın, her filme olduğu gibi bunlara da saygım sonsuz.

Film oldukça açık ve net. Kafanızı karıştıran, bir kere daha izlemenizi gerektiren sahneler yok diyebilirim gerçi bu durum izleyiciye göre değişir. Ancak bir kerede çok rahat yerleşen başarılı bir yapım. 1. Dünya Savaşı sırasında Fransa ile Almanya arasındaki cephede Ant Tepesi'nin alınması sırasında yaşanan askeri bir kriz ve bunun sonuçları üzerine. Ancak senaryo salt Kubrick değil. Humphrey Cobb'un romanından uyarlama. Diğer birkaç Kubrick filminde olduğu gibi.


Askeri yapılanmanın kriz zamanlarında ne kadar kokuşmuş durumda olduğunu, krizlerin çözülmesinde ne kadar düz mantık ilerlediğini ve rütbeler arasındaki farkları gözümüze soka soka anlatıyor.

Film genelde üç farklı taraftan anlatılmış ki zaten üzerinde durulan iki grup var. Birincisi rütbeli askerler grubu ki içindeki pislikleri görünce mideniz bulanıyor. Diğeri ise erler grubu. Bunlar da ne denirse yapan ve olaylar karşısında kurban giden ekip ki acımamak elde değil. İşte bu üç farklı taraf olayı şöyle ki rütbelilerde bir kötü,pislik, ekstra yıldız uğruna her şeyi yapabilecek subay, olayları yatıştırmaya çalışıp tatlı dille işi halletmeye çalışan subay ve doğrucu davut olan, olayları mantıklı bir şekilde analiz edip manıklı olanın yanında olan. İşte bu son saydığım oldukça iyi bir performans sergileyen Kirk Douglas'ın canlandırdığı Albay Dax karakteri

Pvt. Maurice Ferol

Peki ya erler neci? İşte burada idama mahkum edilen üçlü devreye giriyor. Biri oldukça güçlü bir kişilik sergileyen, her şey olacağına varır diyen Philip Paris, Annecim ölmek istemiyorum diyen zayıf karakter Maurice Ferol ve bunların arasında kalan asker Pierre Arnaud. Bu arada Pierre Arnaud karakterini oynayan Joseph Turkel'i başka bir Kubrick film olan The Shining'de Barmen olarak görüyoruz. Barmenin adını çıkaramadım şimdi.

Filmimiz hiçte öyle umduğumuz gibi mutlu sonla, iyilerin adaletinin kötülerin adaletini beat'em down gibi bir havada dağıtıp geçtiği şekilde bitmiyor. Gayet güzel bir şekilde Generaller ne isterse o oluyor bitiyor. Askerlerin alındıktan sonra hücrelerinde pislik içinde samanlar üzerinde yatırılması ancak daha belkide yıllarca yaşayacak olan generallerin ise balolarda, davetlerde eğlenmesi, leziz yemekler tüketmesi ve sarayvari yerlerde konaklamaları insana çok koyuyor. Zaten Paris'in bir sahnede yaptığı hamamböceği ve ben karşılaştırması her şeyi söyledi.

Albay Dax'in savunma yaptığı sahnede söylediği son cümleler seyircinin o ana kadar biriktirdiklerini kusuyor. Her cümlesinde vuruyor da vuruyor. Ancak ne derse desin bir işe yaramıyor.  Filmin isminin Paths of Glory olması ise tam bir ironi.


İşte Paths of Glory böyle gerçekçi, başarılı bir film. Saçma sapan atmasyonlar yok. Ancak tam olarak savaş filmi değil. Biraz savaş, biraz dram, biraz Philedephia. Bence olmuş.

Ekşi sözlükte bu filmle ve diğer askeri Kubrick filmleriyle ilgili bir yazı gördüm. Onu da payşmadan bitirmeyeyim:

''insanı vicdani ret noktasına kadar getirebilecek savaş karşıtı kubrick filmi. kubrick 3 savaş filminde de aynı şeyi farklı gözlerden anlatıyor.

- savaş egosu yüksek psikopat generallerin işidir ve amerikan başkanı bile bunu engelleyemez
- savaş egosu yüksek psikopat generallerin işidir ve aklı başında subaylar bile bunu engelleyemez
- savaş egosu yüksek psikopat generallerin işidir ve aklı başında askeri muhabirlik yapan erler bile bunu engelleyemez ''



Birde ekleme yapayım. Filmin sonunda gördüğümüz şarkı söyleyen Alman kızı daha sonra Kubrick ile evleniyor ve Christiane Kubrick oluyor.İzleyin, izlettirin.

İyi seyirler...