''When you have to shoot, shoot. Don't talk.'' - Tuco

21.8.11

The Wrestler - Şampiyon



Vizyona girdiği zaman ki 2008 yılına denk gelir, çok konuşulan bir filmdi wrestler. Ancak bu ilgi filmden öte başroldeki Mickey Rourke'un geçirdiği sıkıntılı günleri atlatıp alnının akıyla işin içinden çıkmasıyla alakalıydı. Bilinçli tüketiniz efendim.

Şampiyon, Mickey amcanın uzun zamandan sonra yaptığı en önemli filmdi. Zaten onun dönüşüyle film arasındaki güzel bağlantıyı anlatmadan geçmem. Geçer miyim hiç? Ancak wrestler, şampiyon deyip aksiyon filmi beklemeyin. Baştan uyarımı yapayım. İkincisinde atış serbest.


Gençliğinde Flash Tv güreşçileri kadar ünlü olan bir adam var karşımızda. Ancak artık işler eskisi gibi değil. Yaşlanılmış, yıpranılmış, her sene birer birer seviye düşülmüş. İşin dibi bulunmuş. İşte her şey bu durumlar üzerinden yola çıkıyor. Zaten öyle komplike bir konusu olan bir film değil. Oldukça basit ve normal bir film var karşımızda. Dikkat çeken tarafı da bu normallik zaten.

İzlerken Ram'in geçmişine olan saygıyı, ne kadar ünlü olduğunu çok rahat anlıyorsunuz. Geçmişi sayesinde ayakta duran bir adam ve yine geçmişi yüzünden düşen bir adam.


Bir yere kadar belki o da farkındadır durumun , kendini kaptırmıştır dedim ama eski nintendo'da hala kendi oyununu oynadığınıu görünce ''bu adam bir yerde tıkanmış'' demeden edemiyrosunuz. Geçmişte maddi olarak iyi olan Ram'in maneviyatta nasıl olduğu sorusuna Ram'in kızı (Evan Rachel Wood) tokat gibi çarpıyor. Yine de Ram'in kızı dışında geçmişine hala özlem duyan bir adam olduğunu biliyoruz. Cobain'e kadar her şey iyi değil miydi zaten?

Hoşuma gitmeyen bir kısım varsa o da bir sahnede İran (başka bir yer olsa şaşardım) bayrağının kırılıp fırlatılmasıydı. Belki de bunlar yaşanan şeyler ama olmamalıydı. Onu da doğallığa verelim biz yine iyi niyetli olalım.


Filmin afişinde olduğu gibi dirilmeye, düzelmeye çalışan ancak bir türlü düzlüğe çıkamayan bir adamı izliyoruz. Her yerde karşısına eski günler çıkıyor. Sırf Ram değil elbette. Hoşlandığı striptizciye(Marissa Tomei) bile çevresi bazı şeylerin değiştiğini gösteriyor. Er geç hepimizin başına gelmesi olası değil mi?

İşte başta geçer miyim dediğim nokta bu. Belki Ram istediği dirilişi yakalayamıyor ama Mickey Rourke çok sağlam bitirmiş işi. Karakterle oyuncunun kariyeri bu kadar yakın olabilirdi. Doğallığıysa filmin abartısız atmosferinden kaynaklanıyor. Hiçbir yapaylık yok. Her şey normal. Aroofsky bey Black Swan'da olduğu gibi bu filmde de arkadan takip eden kamerayı kullanmış. (Adını bilen varsa yoruma yazsın) Bizi işin içine sokmuş. Tabii bu film Siyah Kuğu'dan önce onu da söyleyeyim.


Bu blogda Mickey Rourke'dan Animal Factory(Hayvan Fabrikası) isimli filmde bahsetmişim. Orada çok farklıydı her şey. Aronofsky filmi olarak da bir adet Siyah Kuğu yorumumuz vardı. Bu da eklendi Voltran oldu.



Sonuç olarak film olmuş. Tabii beğenmeyenler, ''bir halta benzemiyor'' diyenler olacaktır. Olmalı da. Oscar olayından eli boş dönmüş ama önemli değil. Venedik'ten dönmemiş mesela. Oscar Wilde daha iyi diyorlar ona bakın derim.

İzleyin, izlettirin, iyi seyirler...

Seçtiği kıyafet şaşırtmadı. Beklenirdi.

Not: Kırmızı sözcüklere tıklayarak bağlantıya ulaşabilirsiniz.

12.8.11

Being John Malkovich - John Malkovich Olmak

Hiç başkası olmak istediniz mi? Şimdi olabilirsiniz.

‘’7,5 değil mi?’’ diye sorar asansördeki kadın. ‘’Ah evet’’ .
‘’Ben sana gösteririrm.’’ der ve duvara dayalı levyeyi alır. Elini kontrol panelinin üzerine götürür ve asansörün 7 ile 8 arasına gelmesini bekler. Tam o anda ‘’Stop’’ düğmesine basar.
Asansör sarsılır ve alarm zili çalmaya başlar.
Kadın levyeyi daha öncedende kullanıldığı belli olan asansör kapısının arasına sokar ve kapıyı açar. ‘’7,5’’.
‘’Teşekkürler.’’

Sırf bu sahnesiyle bile bu film beni benden alır. Ne kadar absürd ama ne kadar ciddi olduğunu gördüğünüzde donar kalırsınız. ‘’Ne saçmalıyor bu?’’ ama o saçmalamıyor. Yalnızca 7,5 uncu katta indi hepsi bu. 

Kat 7,5
 Başarılı sayılamayacak bir kuklacı var karşımızda. Craig Scwartz (John Cusack). Hayatı mı? Pek de iyi sayılmaz. Ancak bir gün gazetede iş ararken ‘’Hızlı elleri olan adamlar aranıyor’’ ilanıyla karşılaşıyor ve hayatı bu noktada değişmeye başlıyor. İlan bile absürd. Bu absürdlükler filmi sevmemdeki en büyük etkendir. Çok zevklidir çok ciddidir.  

Şimdi bu filmin olayı John Malkovich olmak. ‘’Hadi yea?!?’’
‘’Nasıl oluyoruz söyleyinde bizde olalım.’’ Derseniz hemen sizi şöyle alalım. Önce John Malkovich’in beynine giden bir geçit buluyorsunuz. Giriyorsunuz. Ta da! 15 dk. Malkovich. İçine girdiğimiz karakterin öylesine bir karakter değilde tanıdığımız bildiğimiz John Malkovich olması çok da hoş olmuş. 

Öncelikle filmde bir tek Craig ve Malkovich yok. Birde Craig’in birlikte yaşadığı kız var ki hani Cameron Diaz’ı bir daha böyle göremezsin. Yüzüne bakmazsın ama adamlar yapmış. Çok da hoş olmuş. (Bakınız 2. paragrafı da aynı cümleyle bitirdim anlayın yani film güzel)

Cameron Diaz - John Cusack

Birde Maxine var ama ismi Maxine mi değil mi emin olamıyoruz. İzleyince neden böyle düşündüğümü anlarsınız. Anlamazsanız gelin buraya söylerim.

Bütün olaylar bu dörtlü ve birde yaşlı amcamız Lester arasında dönüyor ama öyle böyle değil. O ona aşık oluyor o ona giriyor o ondan çıkmıyor. Biraz garip bir cümle oldu ama zaten genel olarak giren çıkan Malkovich’e yani. Malkovich’in Malkovich’e girdiği sahneye dikkat derim. 


Film biri olabilmek ve arzular hakkında gönderiyor da gönderiyor. Ne kadar yetenekli olursanız olun ünlü değilseniz bir hiçsiniz mesela. Ne kadar doğru dersen tartışılır ama burada böyle. Aşkına kavuşabilmek için herkes birbirini aldatıyor bu dünyada. Kimi benliğinden ömür boyu vazgeçiyor kimi aşkından vazgeçiyor. Herkes istediğini almaya çalışıyor ama ne kadar karlılar? Arzular, şan, şöhret uğruna neler dönüyor. En rahatıysa Lester amca oluyor.

Malkovich Malkovich Malkovich!
 Son paragraftan çok farklı altmesajlar çıktığını düşünebilirsiniz ki öyle. Dahası da vardır elbet. Ben bile önemli bir kısmını anlamamışımdır belki ama olay genel olarak bu gibi.

Benim saçma bulduğum bir durum varki o da şu: Bu kadar insan Malkovich’in beynine 200 $ para verip giriyor 15 dk. durup çıkıyor ama bir kişide çıkıp insanlara anlatmıyor mu bak böyle böyle oldu diye. Hani devamında elbet ünlü oluyor bu durum ama hani yalnızca yeni müşteriler gelmesi durumu olmamalıydı. Olsaydı ne olurdu? Filmin gidişatı bozulurdu. İyi olmadı herhalde. En azından bu olmazdı.

Filmle ilgili ilginç bir bakış açısına da ek$i sözlük’te rastladım. Buradan alabilirsiniz: Klik!.






















Olay bu. Oturup ciddi ciddi izlerseniz sizin için iyi olur. Cameron Diaz’a şaşar kalırsınız. John Malkovich’in evinin gerçek evi olup olmadığını düşünürsünüz. Filmin sonunda gördüğünüz Charlie Sheen’i kafasına odaklanırsınız. Finalde düşünürsünüz. ‘’Vay be’’ deyip kalkarsınız. Pişman olmazsınız. (Çok iddialı oldu. Ben yine de ekleyeyim) Sanırım.


Bir gün böyle bir geçit bulmanız ve size açılan bir geçit olmaması dileğiyle. (Çıkarcılığın da dibine vururum böyle)

İzleyin, izlettirin, iyi seyirler....

9.8.11

Dead Poets Society - Ölü Ozanlar Derneği




‘’O Captain My captain!’’* diye sesleniyor Todd Anderson. Öğrenciler bu hareketle beraber cesaretlenip teker teker sıraların üstüne çıkıyorlar. Bazıları korkuyor ama içlerinden diyorlar ki ‘’Carpe Diem ulan!’’. Edebiyat öğretmenler Bay Keating bakıyor gururla. Eserini görüyor. Bir yandanda anı yaşatmayan öğretmen etrafta dolanıp başarısız bir şekilde öğrencileri yerine oturtmaya çalışıyor ‘’Oturun yerinize!’’ama nafile. Kalkmayanların ise öğretmenin yüzüne bakacak cesareti yok. ‘’Teşekkürler çocuklar!’’ diyor Bay Keating ve bitiyor her şey. Gayda eşliğinde müzik arka fonda çalıyor.


Şimdi gelelim her şeyin başına. Böylesine dramatik bir finale sahip bir film nasıl olabilir? Bu arada finali verdim ama siz tabi ki yılmayıp izleyeceksiniz. Böyle bir film güzel olabilir evet. Gaz olabilir, hüzünlü olabilir, umut verici veya hayal kırıcı olabilir. Ya da hepsi bir arada olabilir. Evet, hepsi bir arada olabilir.

Welton Lisesi yeni bir öğretim yılına başlıyordur. Başarısıyla övünen, öğrencilerinin büyük kısmını her sene Ivy League’e* sokmakla meşgul bir okul. Yeni edebiyat öğretmenleri Bay Keating(Robin Wiliams). – Evet finaldeki adam – Yine bu okuldan mezun. Okulun gelenek haline gelmiş bir açılış seramonisi var. Gelenek, onur, disiplin ve mükemmellik üzerine kurulmuş ahlaki temelleri var. Düşününce oldukça sert. Keating’e göre değil. ‘’Ama Keating’de bu okulda okumadı mı nasıl yani?’’ öyle yani.

Keating’in dersleri farklı. Belkide daha önce hiç görülmemiş şekilde. Her fırsatta öğrencileri kendi olmaya çağıran, beğenmedi bölümleri kitaplardan yırttıran, bahçeye çıkıp ders yapan bir öğretmen. Bunları da latince ‘’Anı yaşa’’ anlamına gelen ‘’Carpe Diem’’ felsefesi üzerine oturtmuş.

Carpe Diem olayı film boyunca bütün öğrencilerin ne kadar bastırılmış bir şekilde yaşadıklarını gösteriyor bize. Hepsi başlıyor açılmaya. Kendi hayallerini ortaya çıkarıyorlar yavaş yavaş. Ölü ozanlar derneği’ni tekrar canlandırıyorlar. Keating mi? Haberi bile yok. 

Hayata farklı bir açıdan bakmamızı tembihleyen, çoğunluğun bir elemanı olmamamızı öğütleyen bir felsefe. Hoi Polloi'den* uzak dur. Kendin ol.

 Todd mesela. Başarılı ağabeyinin izinden gitmek zorunda hissetirilen ama o bunu istemeyen, zaten o kadar da başarılı olamayan bir öğrenci. Ailesinden uzak ve ailesinin ona geçen sene aldığı şeyi unutup tekrar aldığı bir çocuk. Yazık di mi?


Kimi oyunculuk yapmak istiyor, kimi şiir yazıyor, kimi hoşlandığı kızın peşinden koşuyor. Biri oluyor Nuwanda. O zaten kopmuş. Her şey çok güzel. Hayattn farklı beklentileri olan gençler daha bir umutlu. Welton’ın, ailelerinin, öğretmenlerinin, sosyal yaşamın baskılarına karşı dik durmaya çalışıyorlar. Gerçek böyle mi oluyor? Hayır. 

Bir sahnede Neill’ın babası okulda fazla sosyal aktiviteye katıldığı için onun faaliyetleri azalttığını söylüyor. Neill tabi ki karşı çıkıyor. Babası tıp okulunu kazanana kadar ne derse o olacağını ondan sonra istediğini yapabileceğini söylüyor. Haklı mı? Belki ama gençlik ateşiyle yanıp tutuşan özgür bir ruhun için tam bir hapis hayatı.

Öğrenciler başlıyor Carpe Diem aşağı Carpe Diem yukarı. Filmin ortalarında ortam o kadar coşkulu ki o kadar mutlu ki. Adamlar anı yaşıyor. İstediklerini yapıyorlar. Bir bakıma da her şeyin arkasında Keating var.


Gelelim filmin sonuna. Ne demiştik ‘’O Captain My Captain!’’ Herkes ayakta anı yaşıyorlar. Ne oldu peki? Neill mı? Sonu iyi olmadı. Nuwanda? Atıldı. Öğrencilerin arası bozuldu grubu dağıldı. Keating? Kovuldu. Anı yaşadılar ve sonu bu.

Keating’in amacı bu muydu? Gördüğü  bu ezilmiş gençliğe anı yaşatıp ögür kılmak mı? Belki de. Belki de öğrencilere anı yaşamanın sonuçlarını göstermek istedi. Ya da çevre onlara gösterdi. Belki de Neill’ın babası haklıydı. Okulunu okuyana kadar anı yaşama. Sonra ne istersen yap. Keating’de öyle yapmıyor muydu? O da Welton’dan mezun değil miydi? Ancak bir bakmışız öğretmenken istediğini yapıyor. Burada istedğinden kastım kendine göre doğruları yapıyor olması. Her şekilde yorumlanabilir.

Ölü Ozanlar Derneği mi? Keating’in zamanında kurduğu geceleri okulun yakınındaki bir mağarada toplanan bir klüp. Bizim meraklı öğrencilerimiz öğrenip tekrar diriltiyorlar. 



Filmde Ethan Hawke’ın gençliğini görüyoruz  ‘’vay canına!’’ diyoruz. Seramoni sahnesinde yuıkarıda Türk bayrağı görüyoruz ‘’ilginç’’ diyoruz. Yapım yılı olan 1989 a bakıyoruz ‘’şimdi amma büyümüşyüt bu gençler’’ diyoruz.

N.H Klein baum’un aynı adlı eserinden uyarlanmış bir film. Yeri gelmişken onu da okuyun iyi gelir.

İşte böyle bir film Dead Poets Society. Umut veriyor ama o umudu patlatmasını da biliyor. Adeta yüzümüze vururcasına. ‘’Gerçekte bak böyle olabilir dikkat et’’ dercesine. Yine de Carpe Diem!

İzleyin, izlettirin, iyi seyirler...


Not*: O Captain My Captain! Lafı Walt Whitman’ın Abraham Lincoln’e yazdığı bir şiir. Bay Keating de öğrencilerin ona böyle seslenmelerini istiyor.

Not*: Ivy League ABD'nin kuzeydoğusundaki sekiz vakıf üniversitesinin oluşturduğu birlik. Elit okullar var bu birlikte. 

Not*: Hoi Polloi. Yunanca sürü, çoğunluk anlamına geliyor. Yalnızca kitapta mı var yoksa filmde de var mı tam kestiremiyorum.