''When you have to shoot, shoot. Don't talk.'' - Tuco

28.1.13

La Haine - Protesto



’Tanrı’ya inanıyor musunuz? Aslında bu çok yanlış bir soru. Tanrı size inanıyor mu?’

Dünya’nın görüntüsü ile başlıyor filmimiz. (O meşhur Le Monde) Ardından Bob Marley giriyor ve o dönemdeki Fransız sokaklarına ait gerçek görüntüleri izliyoruz. Mathieu Kossovitz bize adeta bu filmi neden çektiğini söylüyor. Sokakların gerçekliğini gösteriyor. İşte böyle seyre dalıyoruz La Haine’i. Siyah-beyaz bir Fransa’nın sokaklarıyla…

Öncelikle filmin başlangıcını izledikten sonra Shane Meadows’un This is England’ın başlangıcını yaparken nereden esinlendiğini anlamış oldum. Belki Mathieu Kossovitz’in de esinlendiği biri vardır da ben denk gelmemişimdir.


Biri Arap asıllı, biri Afrikalı diğeriyse Yahudi üç genç var karşımızda. Said (Said Taghmaoui), Hubert (Hubert Koundé) ve Vinz (Vincent Cassel). Oyuncuların isimleriyle karakterlerin isimlerinin birlikteliği güzel bir ayrıntı. Fransız gettolarında yaşayan gençler bunlar. Grubun bir diğer üyesi olan Abdel, polisler tarafından hastanelik edilmiş. İşte biz göremesek de her şeyin başlangıcı burası. Abdel’in varlığıyla yokluğu. Polisin sivile, sivilin de polise olan nefreti Paris’deki dışında her sahnede hissediliyor. Ancak Paris’teki farkın sebebini anlayamadım.

İsyanın hemen ertesinde başlıyoruz güne. 10.48’i gösteren bir saat eşliğinde. Mathieu Kossovitz’in önemli bir tercihi bu dijital saat. Film boyunca zamanı daha iyi kavramamızı sağlıyor. Yaşanmışlık hissini arttırıyor. Rivayete göre isyan sırasında polislerden birinin silahı kaybolmuş. İşte bu silah filmimizin diğer karakteri. Filmdeki güç unsuru. Bu gücün polisdeki veya sokaktaki varlığı. Filmde ilk ortaya çıktığı andan itibaren her fırsatta gözüküyor. Bunun sebebiyse grubun şiddet yanı ağır basan karakteri Vinz’in varlığı. Artık atılan tokatlara karşılık verilmesi gerektiğini düşünüyor. Biriken öfkenin vücut bulmuş hali. Silahsa patlamayı bekliyor.

Aslında hepimizin bildiği, duyduğu bir konu: Fransa’nın kenar mahalleleri ve ‘’Fransız olmayan’’ halkının durumu. Anca La Haine’i farklı kılan en önemli unsur bu durumun evrenselliği. Karşınızda istediğiniz ülkeye koyup izleyebileceğiniz bir film varsa konu Fransız olmaktan da öteye gidiyor.

Bu çocukların üzerinde biriken onca nefrete, onları kendinden bile koruyamayan polislere ve fakirliğe rağmen ‘’Dünya sizindir.’’ yazısını ‘’Dünya bizimdir.’’ yapabilecek kadar cesur ve umut dolular. Ne de olsa ‘’Kimse ölmedi. O halde sorun yok.’’



Film boyunca saatler ilerliyor. Burada dikkat çekense nerede olursak olalım daima bir olayın bizi buluyor olması. Durağanlık yok. Tabii hareket filmin ‘’Önemli olan yere düşüş değil yere çarpıştır.’’ mottosundan kaynaklanıyor. Film boyunca o çarpış anının bekliyoruz. Grunwalski’nin pantolonunu çekmekle trene yetişmek arasında kaldığı yerlerdeyiz. Yapacağımız seçimin akıbetimiz üzerindeki etkisi. Tuvaletteki yaşlı adamın neden bunca şey anlattığını Said’in aksine çok iyi anlıyoruz. Sonunda da bizi bekleyen çarpışı izliyoruz.

Diyaloglar doğal ve fazla bir de üstüne oyuncularımız eklenince filmin nasıl eriyip gittiğini anlamıyorsunuz bile. Özellikle Vincent Cassel, dikkate değmenin ötesinde parlayan bir performans sergilemiş. Filmin güzel müziklerinin üstüne bir de Zebda dinlerseniz tam olur.
Filmin dramatik yönüyle birlikte görebildiğimiz mizah dolu sahnelerinde gücünden bahsedebiliriz. Hayatın olduğu gibi anlatan gerçekçi filmlerin olmazsa olmazlarındandır mizah. İsmi La Haine (Nefret) olan bir filmde bile…

Böyle bir film La Haine. Sizin 1,5 saat boyunca yerinizden kaldırmayan, her anını dikkatle izlemenizi sağlayan ve hepsinde ayrı ayrı söyleyecek bir şeyleri olan bir film. Sağlam bir eleştiri. Sağlam bir karşı duruş. Siyah-beyaz tavrı ise ilgi çekici. Finaliyle nefes kesici.

Artık yalnızca insan olmanın vakti gelmedi mi? Geçmedi mi? Afiyet olsun.